Şimdi Ara

[Hikaye]Bay Vampir Ve Yaşayan Ölüler [Bölüm 27]

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
138
Cevap
37
Favori
4.704
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
3 oy
Öne Çıkar
Sayfa: 12345
Sayfaya Git
Git
sonraki

[Hikaye]Bay Vampir Ve Yaşayan Ölüler [Bölüm 27]


(En Son Oy Tarihi: 28.4.2019)
Giriş
Mesaj
  • İlk hikayem. Lütfen yorumlarınızda görüşlerinizi belirtin. Her hafta 1-2 bölüm eklemeye çalışacağım, bölüm sayısı 48-60 olarak hedefliyorum; yani kısa bir hikaye olmayacak.
    ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------E1------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------
    Bu şey başladığında Ankara'daydım. Küçük 1+1 evimde bozulmamış yatağımı karşıma almış, nerden baksan yirmi yıllık ahşap sandalyeme oturmuş buzlu çay içiyordum. Yatağımın başucundaki küçük iskemlenin üzerinde duran 26 ekran televizyonumdan gelen cızırtılı ses bana akşam haberlerinin başlamak üzere olduğunu haber veriyordu. Altyazıda ise bir son dakika gelişmesinden bahsediyordu. Düzce'nin küçük bir köyü olan Beyköy'de insanların çılgına döndüklerinden, istisnasız herkesin deli gibi birbirlerine saldırdıklarından söz ediyordu. "Bir şeyi protesto etmeninde yolları vardır değil mi?" diye düşündüm. İnsanlar aptal yaratıklar gerçekten. Bu aptallığa daha fazla katlanamayacağıma karar verip duşa girdim. Sıcak su. Harika bir his. Soğuk vücudumu battaniye misali sarıp ısıtması beni hep heyecanlandırıyor. Zaten heyecan yaşadığım iki şey var. Biri bu, diğeri de... Aman boş verin, şimdi öğretmenizin hiçbir anlamı yok. Duştan çıkıp siyah switimi ve petrol yeşili kot pantolonumu giyip evimin hemen sol çaprazındaki markete gittim. Biraz pastırma alıp ksaya yöneldim, kasada yine beni o güzel gülümsemesiyle yeşil gözlü kasiyer karşıladı. Ücretini ödediğim pastırmayı poşete koymama yardım ettikten sonra o harika sesiyle "İyi günler." dedi. Gülümseyerek "Teşekkür ederim, size de iyi günler." diye karşılık verdim. Eve dönüp pastırmaları buzluğa yerleştirdikten sonra ahşap sandalyemdeki yerime tekrar kurulup televizyonu açtım. Altyazıda geçen haberin hala devam ettiğini görünce şaşırdım doğrusu; normalde bir protesto bu kadar ilgi çekmezdi. Muhabir hızlı hızlı birşeyler söylüyordu ama çevresi o kadar kalabalık ve gürültülüydü ki neredeyse hiçbir şey duyulmuyordu. Sesi biraz daha açtığımda ne dediği biraz olsun anlaşılır oldu: "Evet... Şu an burada tam bir kaos havası hakim... Gerçekten neler olup bittiğini bilmiyoruz sayın Birand... Köylüler çılgınlar gibi birbi- Aaaah!"
    Az önce ne oldu öyle?.. Anlayamıyorum... Bir adam muhabirin üzerine atlayıp boğazından bir et parçası kopardı. Ne oluyor? Az önce olan şey gerçek miydi? Hayır mümkün değil. Biz böyle şeyler yapmayız, evet benzerlerini yapıyor olabiliriz ama hayır, bu çok vahşice. Şu an için tek birşey biliyorum; bu işin arkasında her kim varsa, benim türümle bir alıp veremediği var.
    ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------E2------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------
    Bir çığlıkla uyandım. Hayır, bir çığlıkla değil; onlarca, yüzlerce çığlıkla. Bu kadar çabuk mu? Hayır, olamaz. Bu mümkün değil. Nasıl mümkün olabilir ki? Daha birkaç gün önce başlamıştı salgın. Anlaşılan tahmin ettiğimden daha hızlı yayılmış. Perdeyi hafifçe aralayarak dışarıya bir göz atmaya karar verdim ve bu kararımdan pimanlık duymam birkaç saniyemialdı. Sokak tıpkı bir mezbaha gibiydi, insan mezbahası gibi. Her yerdeydiler; arabaların üzerinde, bahçelerde, apartman girişlerinde, çöp konteynırlarında, yolda, çalılıklarda vs. Kısaca aklınıza gelebilecek her yerde. Benim yerimde bir başkası olsaydı eminim ki ilk işi polisi veya tanıdıklarını aramak olurdu. Ama çok şükür, ben başkası değilim. Düşündüğüm ilk şey buradan nasıl çıkabileceğim oldu. Şu haliyle ön kapıdan kaçmaya çalışmak -her ne kadar normal bir insana kıyasla aşırı güçlü olsam da- intihardan başka bir şey olmazdı. Düşün. Galiba bir yol buldum. Aynı anda bahçe kapısından gelen ses dikkatimi dağıttı. Pencerenin önüne gelip az önce yaptığım gibi yalnızca perdeyi hafifçe çektim. Anladığım kadarıyla az önce beni görmüşler. Bahçe kapıma dayanan 10-15 - ben onlara böyle diyorum, siz zombi diyebilirsiniz - ölüyü gördükten sonra burada daha fazla kalamayacağımı tespit etmem çok kısa bir zaman diliminde gerçekleşti. Bu yüzden hemen az önce düşündüğüm planı uygulamaya koydum. Ama önce buzdolabındakilerden 1-2 tane yol azığı olarak aldım. Ardından banyoya geçerek oradan tavan arasına, tavan arasından da çatıya çıktım. Çatıdan bakılınca her şey daha net anlaşılıyordu. Dünyanın sonu gelmişti. Nitekim dünyanın sonu gelse de benim ölmeye hiç niyetim yoktu. Ne yapıp edip kurtulacaktım bu işten, bu yüzden hemen kendime bir kaçış güzergâhı belirledim. Planım şöyleydi: Evimin duvarlarından yola kadar yürüyecek ardından yoldan markete kadar koşacaktım, markette yaşayanlar olabilirdi. Ve benim onlara ihtiyacım olacak. Neden diye soracak olursanız; burdan kurtulmak için kesinlikle bir araca ihtiyacım olacak ve ne yazık ki araba kullanmayı bilmiyorum.
    ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------E3------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------
    Kaçış için belirlediğim güzergâh da emin adımlarla ilerleyerek sokağa vardım. Buraya kadar her şey gayet güzel gitmişti. Ama iş asıl şimdi ciddiye binecekti. Bahçemin duvarlarında yürüdüğümü gören ölüler duvarın etrafını sarmış; etrafımı kuşatmışlardı. Bende geldiğim yolu geri döndüm. Tabii ölüler de peşimden. Ardından bütün gücümü ayaklarıma vererek sokağa doğru koşmaya başladım. Bahçe duvarının sonuna geldiğimde dahi hızımı kesmedim, atlayıp markete doğru koşmaya devam ettim. Arkamdaki grup oldukça geride kalmışsa da henüz rahatlamak için çok erkendi, bunun nedeni ise önümdeki 10-15 ölüden oluşan gruptu. Koşmaya devam etmem halinde beni aralarına alıp yahni yapacakları kesindi. Bende durdum. Öyle boş boş değil, yararlı bir şeyler bulma umuduyla etrafıma bakınarak. Ve buldum da. Anlaşılan bir cesur yürek hepsini bir beysbol sopasıyla haklayabileceğini düşünmüş. Böylece bir silah edinmiş oldum. Artık hiçbir engel kalmamıştı ama yine de kolay olacağa benzemiyordu. Kaybedecek neyim var ki diye düşündüm. Zaten burada biraz daha beklemem halinde arkada bıraktığım grup yetişir ve iki gruba birden yem olurdum. Ayrıca az da olsa şimdi bir şansım vardı. Bende şansımı denedim. Bana en yakın olanı seçtim ve beynini parçaladım. Beyinlerine kadar çürümüş olmalılar ki kafası resmen dağıldı. Yüzüm gözüm kan oldu. Ama şimdi duramazdım, bende devam ettim. İkincisinde birincisindeki gibi beyni akmış bir halde devrildi. Üçünü bir daha yürüyemeyecek bir hale soktuktan sonra kalan beş taneden ikisinin beyinlerini birleştirdim. Diğer üçünün bu görüntülerden sonra arkalarına bakmadan kaçmalarını bekledim ama öyle olmadı. Aksine daha da hızlandılar. Galiba kan onları çekiyordu. 3 hamlede onlarında devirdim. Sanırım bu iş düşündüğümden daha kolay olmuştu. Artık markete gidebilirdim ve koşmaya başladım. Marketin önüne geldiğimde bu benim için tam bir hayal kırıklığı oldu. Çünkü bütün kepenkler indirilmişti ve eğer onları parçalarsam arkamdaki psikopat tayfaya da içeriye giriş yolunu açmış olacaktım...
    ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------E4------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------
    Ne yapacaktım? Arkamdakiler gittikçe yaklaşıyordu. Çatıya çıkabilirdim, ne de olsa çok yüksek değildi. Etrafıma bakınıp üzerine çıkabileceğim bir şey aradım. Gözüme marketin yük boşaltma bölümünün tam karşısındaki yan yatmış çöp konteynırı takıldı. Koşarak gidip onu marketin yanına çektim. Üzerine çıkmamla beraber dengemi kaybedip düştüm. Sanırım konteynırın tekerleklerinden biri kırılmıştı. Bu sefer daha dengeli bir biçimde üstüne çıkıp sıçrayarak çatıya ulaştım. Ölülerinde benimle aynı yolu izleyip yukarı çıkma ihtimali -çok az da olsa- olduğu için sıçrarken konteynırı devirmeyi de ihmal etmedim tabii ki. Artık güvende sayılırdım. Hemen etrafa bakınıp içeri girebileceğim bir kapı arayıp buldum. Kapağındaki asma kilidi kırıp içeriye atladım. İçerisi dışarıda göründüğünden daha karanlıktı. Gözlerimin karanlığa alışmasını bekleyip şöyle bir etrafı süzdüm. Burası neresiydi böyle? Dört tarafım da duvarlarla çevriliydi. Burnuma gelen hafif is kokusu bana buranın ne olabileceği hakkında bir fikir verdi. Galiba burası -eskiden- şömineydi. Kapana kısılmıştım. Aklıma hiçbir şey gelmiyor demeye kalmadan kafamda bir şimşek çaktı. Eğer burası şömineyse -eskiden de olsa- buranın açık bir tarafı olmalıydı. Şömine kapatılmış olsa da kapatılan taraf diğerlerine göre daha ince olup aynı zamanda daha zayıf olmalıydı. Şansımı denemeye karar verdim, sağıma doğru bir tane geçirdim. Duvarda çatlaklar oluşsa da burası değildi. Önümü denemeye karar verdim. Tekrar bütün gücümü sağ yumruğuma verdikten sonra haykırarak bir tane daha savurdum. Bingo! Doğru düşünmüşüm. Ama biraz ayarsız savurmuş olmalıyım ki yumruğumla beraber ben de içeriye savruldum. İçerisi de -az önceki yer kadar olmasa da- oldukça karanlıktı. Galiba yanılmışım. Burada hiç kimse yok... Şimdi ne yapacağım diye düşünmeye başlamışken marketin arka tarafından gelen ayak seslerini duydum. Arkamı dönüp baktığımda bir gölge gördüm. Gittikçe yaklaşan bir gölge. Tabii benim onu fark ettiğimi bilmiyordu. Karanlıkta saklanmanın onun avantajına olacağını düşünüyor olacak ki emin adımlarla yaklaşmaya devam ediyordu. Bende yaklaşmasını bekledim. Yaklaştı, yaklaştı, yaklaştı… Bir adımımla nefesimi boynunda hissetmesini sağlayabileceğim kadar yakına…
    ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------E5------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------
    Bu adamın sorunu ne? Neredeyse ağzıma girecekti ama en ufak bir korku belirtisi göstermemişti. Yalnızca elindeki -bir beysbol sopasına benzer ama daha kısa ve parlak- cismi kaldırdı. Ardından karşıma dikilip bir şeyler mırıldanmaya başladı. Sanırım yapmak üzere olduğu şeyden ötürü affedilmek için yaratıcısına yalvarıyordu. Pişman olma ihtimali olsa da yapmak üzere olduğu işin doğru şey olduğuna o kadar inanmıştı ki inancının kömür gibi simsiyah gözlerinde tıpkı bir kor gibi ışıldamasını görebilirdiniz. Bende bekledim ki duasını bitirsin. Ve atıldım, sözlerini bitirir bitirmez elindeki cismi alıp boynuna dayadım. O an kafama dank etti: Ne yapıyorum ben? Bu insana ihtiyacım olacak ama ben ne yapıyorum baksanıza; adamın boğazına silah dayamış onu öldürmemek için neden arıyorum. Bu arada marketin arka tarafında bir şeyler hareket etti. Duymamıştım yalnızca hissetmiştim. Ama ne olduğunu anlamam için saniyeler yeterli olmuştu. "Baba!" Diye bağırdı bir kız. Anlaşılan başından beri izleniyordum. Düşmanın babasına üstünlük kurduğunu gören kız da daha fazla dayanamayıp bağırmış olmalıydı.
    Ardından kızın yaklaşan ayak sesleri duyuldu. Hayır, yalnızca kızın değil. Galiba bir grupla karşı karşıyaydım. Kaç kişi olduklarını öğrenmem de çok uzun sürmedi. Kafasına silah dayadığımla beraber dört kişilerdi. Sanırım grubun lideri ellerimdeydi çünkü gelen üç kişiden biri kız diğer ikisi de erkekti. Biri oldukça genç bir çocuktu, grubun lideri olamayacak kadar genç. Sanırım bu markette kasiyer olarak çalışıyordu. Diğeri ise iriyarı bir adamdı. Kel kafası ve umursamaz gözleriyle kendisinden başkasını düşünmeyen birine benziyordu. Kız ise oldukça kısa boylu, kızıl saçlı ve beyaz tenli biriydi. Gözlerindeki telaş babasını ne kadar çok sevdiğini gösteriyordu. Öne çıkan kasiyer çocuk "Bırak onu!" diye bağırdı. "Bırakmazsam?" diye cevapladım umursamaz bir ifadeyle. "Yoksa... Yoksa seni öldürürüm" dedi titreyen bir sesle.
    Tam cevap vermek için ağzımı açmıştım ki kız lafa karıştı.
    "Bayım, lütfen babamı bırakır mısınız?"
    Sanırım sesi fazla ikna ediciydi veya çok tatlı. Öyle ki farkında olmadan adamı bırakmışım. Adam hemen toparlanıp ayağa kalktı. Kasiyerin elindeki sopayı kaptığı gibi bana doğru savurdu. Hafifçe geriye doğru eğilip savuşturdum. Hemen arkasından gelen ve tam kafamı isabet alan darbeyi kollarımla karşıladıktan sonra ileriye doğru bir hamle yaparak adamın elindeki sopayı alıp olabildiğince uzağa fırlattım. Bu olaylar o kadar kısa bir zaman diliminde gerçekleşmişti ki diğerleri yalnızca izleyebilmişti. "Buda neydi şimdi?" diye bağıran kız oldu. "Ne neydi? Az önce boğazıma sopa dayayıp beni öldürmeye çalışan adama şimdi 'hey ahbap nasılsın?' dememi mi bekliyordun?" diye karşılık verdi moruk. "Öldürmek gibi bir amacım olsaydı, sizi temin ederim ki duanız bitmeden önce bunu rahatlıkla yapabilirdim." diye lafa karıştım iğneleyici bir ses tonu takınarak. "Aman ne güzel, şimdi de beni öldürmediğin için sana teşekkür etmeliyim, öyle mi?" diye bağırdı tekrar. "Hayır, gerekmez." dedim aynı ses tonuyla.
    Adam tam bana sövüp saymaya başlayacaktı ki kız araya girdi:
    "Bayım, babam adına özür dilerim. Siz herkesin yapacağı gibi kendinizi korumaya çalıştınız sadece, sanıyorum ki dışarıda olanlar sizi de çok etkiledi. Lütfen özürlerimi kabul edin."
    Bu kız... Anlamıyorum, bir insan nasıl bu kadar tatlı konuşur? Ve ona da çok benziyor.
    "Önemli değil, dediğiniz gibi sadece kendimi korumaya çalışıyordum. Babanızı bana saldıracak pozisyonda karşımda görünce panikledim sadece, hepsi bu." dedim oldukça sakin bir ses tonuyla. "Gidecek bir yeriniz yoksa burada bizimle kalabilirsiniz, burada hepimize yetecek kadar yiyecek var ne de olsa." dedi yine aynı tatlılıkla.
    Tam teklifini kabul ettiğimi söyleyecektim ki moruk yine bağırmaya başladı:
    "Sen, ne... Ne dedin? Bize katılması mı? Yo, söz konusu bile olamaz. Hem ona neden güvenelim ki? Daha neden burada olduğunu bile bilmiyoruz. Ya dışarıda ondan haber bekleyen birileri varsa. Ya ısırılmışsa? Ya bize zarar vermek istiyorsa?" diye kekeledi ihtiyar moruk.
    "Sanıyorum kendisi cevap verebilir." diye kestirip attı kız.
    "Teklifinizi kabul ediyorum. Zaten buraya gelmemdeki amaç sağ kalan birileri varsa onlara katılmaktı. Hem ne kadar çok olursak o kadar güçlü olacağımıza inanıyorum, ne de olsa onlar da grup halinde avlanıyorlar."
    Biz tartışırken kasiyer ve bodyguard kılıklı herif geldiğim deliği inceliyorlardı ve konuşmamız bittiği anda kasiyer çocuk bana döndü ve: "Burayı sen mi yıktın?" diye sordu yıktığım duvarı göstererek.
    "Evet."
    "Duvar yıkman gerekeceğini bilip yanında bir balyoz getirecek kadar planlı bir adamsın sanırım, veya zombileri balyozla öldürmeye çalışacak kadar aptal." dedi karmaşık bir ses tonuyla.
    "İkiside değil, ne yazık ki."
    "Nasıl yani?"
    "Ne dediğiniz kadar planlıyım, ne de dediğiniz kadar aptal. Ne duvar yıkmam gerekeceğini bildiğimden balyoz getirdim, ne de zombileri balyozla öldüreceğimi düşündüm diyorum, tefsir ister misin?" diye çıkıştım.
    "Anlamıyorum..."
    "Anlayamadığın kısım tam olarak neresi dostum? Balyoz falan getirmedim işte!"
    "Ne yani? Duvarı neyle yıktın öyleyse? Bu deliği kafanla açtığını söyleme bana sakın." dedi gülerek.
    "Kafamla değil, elimle." dedim sakince, sanki normal bir konuşmada sıradan birşey söylermiş gibi.
    Anlaşılan inanmamıştı ki şüpheli bakışlarıyla beni süzüyordu.
    "Göstereyim." dedim aynı sakinlikte. Ardından duvarın karşısında yerimi alıp önceki gibi bütün gücümü yumruğuma verdim. Bu sefer daha dengeli bir biçimde gerilip bir sağ düz yumrukla az önceki gibi bir delik açtım. Arkamı döndüğümde herkes şaşkınlık ve korkuyla karışık bir ifadeyle beni süzüyordu.
    "Ne?"
    "Bu muhteşemdi!" diye bağırdı bodyguard tipli adam.
    "Teşekkür ederim."
    "Bu yumruk bir insana ait olamaz" diye kekeledi moruk.
    Zaten değil, demek isterdim...
    ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------E6------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------
    Marketin ön kapısında bir ölü yığını oluşmuştu, anlaşılan benim girdiğim yoldan giremeyeceklerini anlayıp alternatif giriş ararlarken ön kapıdan içerisinin göründüğünü fark etmişlerdi. Gidip kontrol etmeyi önerdim. Enver’in -kasiyer çocuk- de benimle gelmesi koşuluyla kabul ettiler. Yalnız başıma gitmem tehlikeliymiş. Siz asıl tehlikenin ne kadar yakınınızda olduğunu biliyor musunuz? Elbette hayır. Enver ile birlikte kontrol etmeye gittiğimizde gördüklerimiz, dışarısının ne halde olduğunu bilen ben için bile büyük sürpriz olmuştu. Sanki şehirde ne kadar ölü varsa hepsi bizim kapıya üşüşmüş, marketin kepenkleri bir ileriye bir geriye sallanıyordu. Enver titremeye başladığında bunun olacağını biliyormuş gibi bozuntuya vermeden geri dönüp diğerlerini uyarmamız gerektiğini, kapının bu şekilde fazla dayanmayacağını söyledim. Zaten korkudan altına etmek üzere olduğundan önerimi hemen kabul etti. Geri dönüp diğerlerine olanları anlattık ve bir plan yapıp buradan çıkmamız gerektiğini kısaca açıkladık. Plan aşamasını hızlıca geçmezsek uygulamaya geçemeden ölülerin akşam yemeği olacağımızdan kabataslak bir plan yapıp uygulamaya koyulduk. Kısaca planımız şuydu: Marketin yük boşaltma bölümünden çıkmak. Bu o kısacık zaman diliminde aklımıza gelen en iyi şeydi. Belki biraz daha zamanımız olsa daha yaratıcı şeyler düşünebilirdik, ama yoktu. Hemen yola koyulup kapıya kadar geldik ve burada karşımıza şöyle bir soru çıktı: İlk kim çıkacak? Hem fazla zamanımızın olmayışı hem de bu işi yapmaya en uygun kişi ben olduğumdan gönüllü olup dışarıya çıktım. Sanırım az önce yanılmamışım. Burada yalnızca iki ölü vardı, galiba diğerleri de marketin kapısını kırmaya yardımcı olmaya gitmişti. O iki ölüyü sopam yardımıyla birkaç saniyede temizledikten sonra bizimkilere çıkmaları için işaret ettim. Hep beraber parmaklarımızın ucuna basarak oradan uzaklaştık. Marketin arka tarafının küçük bir koru olması onlara görünmeden işimizi yapabilmemiz olanak sağlıyordu. Amacımız bir araç bulamaktı. Aslında etrafta o kadar çok araba vardı ki şaşardınız. Ama hepsi ya hurdaya dönmüş ya da anahtarsız durumdaydılar. En sonunda bir araç bulmayı başardık. Ama onun da etrafı ölülerden bir grupla çevriliydi. Bunu halletmemiz gerekliydi. Başka bir şansımız olmayabilirdi. Enver ve Adem’e benimle gelmelerini söyledim, Suzan’a da babasıyla beraber kalmasını tembihleyip yola çıktık. Henüz bizi fark etmemiş olmalarını fırsat bilip yanlarına sokulduk. En yakındaki ölünün beynini sopamla dağıtmamla beraber atağa geçtik. Bu iş tahmin ettiğimden daha eğlenceli bir hal almaya başlamıştı. Sopamı öyle ustaca kullanıyordum ki sanki elimde görünmez bir kılıç vardı. Ölüleri bir bir yere devirirken o derece kendimden geçmiştim ki Adem’in sesini ancak üçüncüsünde duyabilmişim. Bir taraftan çıkarttığımız sesi duyup bu tarafa doğru gelmekte olan ölüleri uzak tutmaya çalışırken bir taraftan da Enver’in olduğu tarafı gösterip bağırıyordu. Sessiz olmasını, bu şekilde daha fazla ölüyü bu tarafa çektiğini söylerken işaret ettiği tarafa doğru döndüm ve bağırmakta ne kadar haklı olduğunu gördüm. Bir ölü Enver’e doğru gidiyor, buna karşılık Enver gözleri ardına kadar açılmış bir halde kıpırtısızca bekliyordu. Gözlerindeki korkuyu bu mesafeden bile çok rahat görebiliyordum. Bir şeyler yapmam gerektiğini anlayıp koşmaya başladım. Yetişebilecek miyim? Hayır. Aralarındaki mesafe çok az. Hadi Enver kendine gel, kımılda, kımılda, kımıldasana! Artık aralarındaki mesafe yirmi santimden azdı. Bende yapabileceğim en iyi şeyi yapıp bağırmaya başladım. Beni duyup duymadığını bilmiyordum çünkü en ufak bir tepki bile vermiyordu. Tam Enver’i kaybettiğimizi düşündüğüm anda olan oldu. Birkaç el silah sesiyle beraber ölü yere devrildi. Kurtarıcı meleğimiz gelmişti, saniyeler sonra Suzan göründü. Enver hala hareketsiz duruyordu. Sanırım kendine gelmesi için bir iki tokat gerekiyordu, bende memnuniyetle bu görevi üstlendim. Kendine geldiğinde sorduğu soru şuydu: ‘’ Ne oldu?’’ bu soruyu ben cevaplandırdım.
    -Ne mi oldu? Gerçekten ne olduğunu bilmediğini söyleme bana. Olan şu; o ölüyü karşında görünce altına yaptın, ve Suzan olmasaydı ne olacağını çok iyi biliyorum.
    -Ama… ah!
    Enver’in neden bağırdığını anlamamız için bir saniye yetti. Az önceki ölü Enver’in bacağını ısırıyordu. Anlaşılan kurşunlar onu öldürmemiş. Suzan bu sefer işini tam yapıp ölünün kafasında iki kurşun deliği açtı, Enver’in bacağından fışkıran kanlar ve insan dışı çığlıkları etraftaki bütün ölülerin bize yönelmesine sebep olmuştu. Bunda tabii silah seslerinin de etkisi vardı. Suzan etrafı şöyle bir kolaçan etti ve Enver’e dönüp:
    -Umarım bunu neden yaptığımı biliyorsundur ve umarım beni affedebilirsin, diye fısıldadı.
    Tekrar duyulan silah sesinden sonra Enver’in çığlıkları susmuştu…
    ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------E7------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------
    Ardından yola koyulduk, amaçsızca, herhangi bir hedefimiz olmadan. Yalnızca uzaklaştık, kaçmak istedik gerçeklerden. Ama gerçek her yerdeydi, biz kaçmak istesek de o kaçmamıza izin vermiyordu, her yerde buluyordu bizi. Yol boyunca düşünmeye bol bol vaktim oldu; neler yaşadığımı, nasıl bu hale geldiğimi. Kars'ın küçük bir köyünde doğdum; küçük, sessiz ve soğuk bir köyde. İnsanlarının kendisinden hiçbir farkının olmadığı bir köyde. 12 yaşıma kadar anne-babam olarak bildiğim Hasan amca ve Sema teyzeyle birlikte. Öğrendiğim zaman bu zamana kadar neden söylemediklerini sormuştum onlara. Öğrenirsen bizi bırakıp gidersin diye korktuk demişlerdi. Ama bu duydukları korku birkaç gece sonra yaşayacağımız korkunun yanında hiç olarak kalırdı. Her şey bir gecede birkaç evsizin ölümüyle başladı. Sonuçta soğuktu, böyle ölümler daha öncede olduğundan dikkat çekici bir şey değildi. Sonraki gecede oldu, bir sonraki gecede... İşte o zaman insanlar endişelenmeye başladı. Nedeni ise basitti aslında. Bu sefer ölümler soğuktan değil; karanlıktan geliyordu. Sonra bize geldi ölüm, 12 Şubat 1792 akşamı. Geldiğini anlamak hiçte zor değildi aslında, yalnızca azıcık kulak kabartmak yeterliydi. Dışarıdaki tipiyle rağmen rahatlıkla anlaşılabilecek bir ses çıkartıyordu gelirken. Bu ses bir insanın diğerine fısıldamasına veya tavan arasında tembel tembel dolaşan bir farenin çıkarttığı hışırtıya benziyordu. Kapıdaki gölge Hasan amcayla Sema teyzenin taş kesilmelerine neden olmuştu. Ve kapı çaldı. Tık... Tık... Tık... Sanki hiç acelesi yokmuş gibi çalıyordu. Nasıl olsa hiçbir yere kaçamazsınız der gibi. Tık... Tık... Tık... Sonra kapıyı açtığımı gördüm, onun bana gülümsediğini, Hasan amcayla Sema teyzenin ardına kadar açılmış gözlerini gördüm, çığlık atmak için açılmış ama yalnızca ciğerlerindeki havanın çıktığı ağızlarını, rengi sarıdan kırmızıya dönen kanepemizi, bana doğru dikilmiş ve zevkten dört köşe olmuş gözlerini... Ve bana sorduğunu: Benim gibi olmak istemez miydin?
    ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------E8------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------
    Sahi, kendimden hiç bahsetmedim değil mi size? Ben Tarık, vampirim. Bunu gayet sakin bir biçimde söyleyebilirim, korkacağım bir şey yok sonuçta. Şimdi size vampir dedim; sizin aklınızda bin bir türlü görüntü ortaya çıktı: 5 cm’lik köpek dişeri, güneşte yanan bir deri, kuytu köşelerde av bekleyen bir yaratık vs. Aslına bakarsanız bunların hiçbiri yok bende. (Ve benim gibilerde) Evet, köpek dişerimizin normale göre daha uzun olduğu doğru; ama abartılacak kadar değil. Güneşe karşı bir düşmanlığımızda yok, öyle olsa vampir olmanın güzel bir tarafının kalacağını sanmıyorum. Ayrıca avlarımızı beklemeyiz, gider ve alırız. Diğer özelliklerimizden bahsedecek olursam; Evet, sizden çok daha güçlüyüz, duyularımız çok daha gelişmiş, çok daha hızlıyız, çok daha dayanıklıyız, çok daha yetenekliyiz, çok daha zekiyiz. Kısaca her konuda siz insanlardan üstünüz.
    İnsanlarla ise aramızda sorun yoktur aslında, ama besin kaynağı olarak kullanmak zorunda olduğumuzdan, böyle bir yargı oluşmuş. Aslında diğer canlıların kanıyla da beslenebiliriz, ancak yetişkin bir vampirin (böyle dediğime bakmayın, çocuk vampir diye bir şey yok aslında, çünkü çocuklar dönüşüm aşamasına dayanamıyorlar) ayda en az bir kez insan kanına ihtiyacı var. Bu insanın cinsiyeti, yaşı, ırkı vs. fark etmiyor. Bunun dışında insanlardan bir farkımız yok aslında, sonuçta biz de insandık zamanında. Yani en azından varsa bile hatırlamıyorum, ihtiyaç halinde bahsedeceğim.
    ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------E9------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------
    Susadım… Çok susadım… Size duyularımızın insanlara göre çok daha gelişmiş olduğundan bahsetmiştim değil mi? İşte hislerimiz de o derecede kuvvetli. Aslında her tarafımda içecek var. Ama yapamıyorum, bu insanlara ihtiyacım var. Adem durumumu fark etmiş olacak ki bana korku dolu gözlerle bakıyordu.
    "Hey, bir sorun mu var?"
    "Hayır."
    "İyi görünmüyorsun."
    "Yok bir şeyim, yalnızca biraz susadım."
    Adem arka tarafta bulduğumuz su şişelerinden birini uzattı; Al. Şişeyi alıp birkaç yudum içtim, hayır bundan değil, çok daha kırmızısından, çok daha koyusundan, çok daha cezp edici olanından içmeliydim. Ama şimdi sanki biraz daha iyi hissediyordum.
    "Teşekkürler." diye fısıldadım.
    Fısıldadım çünkü ancak fısıldayacak takatim kalmıştı. Şu anki durumumu size örnekleyecek olursam: Çölün ortasında bir adam düşünün, boynundan aşağısı felçli olan bir adam. Yanında yakınında kimse olmayan bir adam. Şimdi bu adamı kızgın kumların üstüne yatırın, bekleyin, bekleyin, bekleyin... Birkaç saat sonra adamın çenesinden 5 cm kadar aşağıya, göğsünün üstüne buz gibi bir bardak soğuk su koyun. Şimdi o adamın o bardaktaki suyu nasıl içmek istediğini hayal edin. Nasıl bir psikoloji içinde olduğunu. Dudaklarıyla bardağa uzanışını, başaramayışını hayal edin. Nasıl hissettiğini. İşte şu an bulunduğum durum o adamın bulunduğu durumla tamamıyla aynı; hedefim çok yakında ama ulaşılamaz.
    Sanırım daha fazla dayanamayacağım, bir şeyler içmezsem öleceğim. Sanırım bunu yapacağım; arabadakilerden birinin boynuna sarılacağım. Yapmak istiyorum, kana kana içmek istiyorum. Yapacağım, Ademle başlayacağım, doymazsam Suzan, yetmezse babasını içeceğim.
    Derken ani bir frenle durduk.
    "Neler oluyor?" dedi Adem.
    "Kaldır kafanı da kendin gör." diye karşılık veren Suzan oldu.
    "Aman tanrım..."
    "Bir grup, sanırım artık tam bir kurt sürüsü gibi hareket ediyorlar, şu en önde yürüyen şişko zombi liderleri olmalı. Her ne kadar ölü olsalar da beyinleri hala yerinde öyle değil mi? Grup halinde daha rahat avlanabileceklerini düşünmüş olmalılar."
    Sanırım planımı ertelemem gerekecek, yoksa buradan hayatta kurtulamam. Acaba? Olur mu? Onları içsem, onlardan beslensem? Hemen bu aptalca düşünceyi kafamdan kovdum. Ama seçeneklerim çok fazla değildi. O yüzden bir plan yapma vaktim gelmişti.
    "Gidiyorum."
    "Nereye?" diye soran yine Suzan oldu.
    "Dikkatlerini başka bir yöne çekmeliyim, yoksa buradan canlı çıkma ihtimalimiz yok; eninde sonunda fark edecekler bizi."
    "Haklısın..."
    "Tamam, gidiyorum o halde, var mı benimle beraber gelmek isteyen?"
    Kimseden ses çıkmadı, anlaşılan planım yatmıştı. Neyse diyip arabadan indim. Ölülerin arka taraflarında kalan çalılığa doğru süzüldüm. En azından bu kadarını yapacak takatim varmış diye seviniyordum bir taraftan da. Etrafa şöyle bir göz gezdirip sincap, tavşan, tilki, fare vs. bir canlı var mı diye baktım. Sanırım bugün şanslı günümdü. Çünkü az ilerideki ağacın dibinde bir tavşan deliği vardı. Hemen oraya gidip elimi yuvaya sokabildiğim kadar soktum, ancak hiç bir şey yoktu. Gerçi sonuna kadar yetişmemişti elim ama yapacak bir şeyim yoktu. Etrafa göz gezdirmeye devam edip bir taraftan da ölüleri gözlüyordum. Arabaya giderek yaklaşıyorlardı. Hemen bir şey yapmazsam fark edilecekleri kesindi, ama bu kadar halsizken benimde kaçabileceğim garanti değildi. Tam o sırada tavşan deliğinden bana doğru bakan bir çift göz fark ettim. Deliğinden çıkmadan beni izliyordu, ama onu yakalayabilmem için orada olduğunu bilmem yetiyordu. Ani bir hareketle avuçlarımın arasındaki yerine yerleştirdim onu. Yerinden bile kımıldayamamıştı zavallı, hemen onu oracıkta sömürüp bizimkilere yardım etmek amacıyla ölülerin dikkatini çekmeye çalışmaya başladım. Bir kaç saniye bağırmam yetmişti, hemen hepsi bana döndü, gerisin geri kaçmaya başladım. Çalılığa girip bir ağaca çıktım ve beklemeye başladım, bir taraftan da bağırmaya devam ediyordum. Hepsinin ağacımın altında toplandığından emin olduktan sonra 1-2 m ilerideki başka bir ağaca, oradan da başka bir ağaca geçip kaçmaya başladım. Büyük bir daire çizip arabaya ulaştım.
    "Nerede kaldın?" diye soran yine Suzan oldu.
    "Anlatırım, şimdilik sadece gaza bas."
    Suzan gaza basıp bizi oradan uzaklaştırdı, Adem ise bana dik dik bakıyordu.
    "Ne var?" diye sordum.
    "Ağzın, her tarafı kıpkırmızı..."
    ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------E10------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------
    Nasıl yapabilmiştim böyle bir hata? Nasıl yapmıştım? Nasıl düşünememiştim ki bunu? Hayır; aptal bir yaratık olsam, düşünemesem, beynimin yerinde saman olsa, akıl denen şeyden yoksun olsam; anlayacağım nasıl böyle bir aptallık yaptığımı. Birde size sizden daha akıllıyım diye hava yapıyordum. Neyse...
    "Nasıl yani?"
    "Ne nasıl yani? Ağzının etrafı kıpkırmızı, ne yaptın zombi falan mı yedin?"
    "Hayır."
    "Öyleyse nasıl oldu bu?"
    Bu arada Suzan ve babası bize doğru dönmüş, bana endişe dolu gözlerle bakıyorlardı. Aslında açıklama yapmak zorunda değilim, sonuçta hiçbir insan evladı bizim (vampirlerin) gerçekten var olduğuna inanmıyor. Ama açıklama yapmayıp dikkatleri üzerime çekmek de istemiyorum.
    "Peki, açıklayacağım. Bunu duyduğunuzda bana karşı biraz tiksinti hissetmeniz normal, ama benim için normal bir günlük aktiviteden farksız. Ben askerliğimi komando olarak yaptım, ne şartlar altında, nasıl zor durumlar altında kaldığımızı hayal bile edemezsiniz. Yeri geldi çiğ kertenkele yedik, yeri geldi, su bulamadık; idrarımızı içtik. Az önce, ölülerin dikkatini dağıtmaya gittiğimde, bir tavşan yuvası dikkatimi çekti. Açlığında verdiği gazla tavşanı yakalayıp çiğ çiğ yedim. Evet, anlatması kavraması kadar kolay değil biliyorum, ama olan biten bundan ibaret."
    Sanırım tatmin olmamışlardı ki bana o şüpheci gözlerle bakmayı sürdürüyorlardı. Ama daha fazla üstelemediler. Paçayı kurtarmıştım, şimdilik...
    ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------E11------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------
    Günlerdir yollardaydık... Kaç sınır kapısı, kaç şehir, kaç ülke geçtiğimizi kimse bilmiyordu çünkü ne güvenlik kalmıştı ne devriye. Bazen yolda bizim gibi gruplarla karşılaşıyor, fikir alış-verişinde bulunuyorduk. Genelde 4-6 kişiden oluşan, erkeklerin çoğunluğu veya tamamını oluşturduğu, sıcakkanlı insanlar bize Rusya taraflarına gittiklerini, bizimde oraya gitmemiz gerektiğini, yayınlar kesilmeden önce hükümetlerinin televizyon ve radyolarda son olarak bu çağrıyı yaptığını, ölülerin soğukta çok daha zararsız hale geldiklerinden bahsettiler. Bu şekilde, karşılaştığımız on bir gruptan yedisi bu tavsiyeyi verince; bizim gruba bir plan yapmamızın zamanının gelmiş olabileceği konusunu açtım.
    "Rusya'ya gitmeliyiz." dedim.
    "Sanırım çok fazla alternatifimiz yok, ha?" dedi Adem.
    "İtirazı olan? Yok, o halde karar verildi. Rusya'ya gidiyoruz."
    "Peki, ama nasıl? Yolu bilmiyoruz ki. Bilen biri varsa direksiyona geçsin." diye söylendi Adem.
    "Önündeki navigasyonu da oraya kesin süs diye koymuşlardır zaten" dedi Suzan.
    "Ha? Bu mu?"
    Geçen bir kaç saniyenin ardından hepimiz katıla katıla gülmeye başladık, kahkahalarımızı Adem'in yaptığı sert fren böldü.
    -Hay aksi, kusura bakmayın çocuklar; yolun ortasında bir kaya parçası vardı da...
    Tam o sırada bir ölü arabanın önüne atladı. Çarpmanın etkisiyle ön cama fırlayarak derin çatlaklar bıraktı. Adem aniden frene basınca da beş metre ileriye uçup kafasının üstünde iki, sırtının üzerinde de beş kez sekerek durabildi.
    "O da nerden çıktı öyle?" diye bağıran moruk oldu bu sefer.
    "Sanırım, şunların çıktığı yerden" derken arkamızı işaret ediyordu Suzan.
    Arkamı döndüğümde gördüğüm manzara pek iç açıcı değildi, 15-20 kadar ölü bize doğru geliyordu.
    "Bas gaza!"
    Ihıhıhı, ıhıhıhıhı.
    Marştan gelen ses arabayı çalıştırmak için uğraştığına işaret ediyordu.
    "Deniyorum! Ah! Hadisene k****k araba!"
    Bu tür şeylerin yalnızca romanlarda olduğunu düşünmüştüm hep, sanırım siz de öyle düşünüyorsunuz; ama işte gerçekte de olabiliyormuş.
    "Neler oluyor? Neden çalışmıyor?" diye sordu Suzan.
    "Nereden bilebilirim ki? Bilseydim burada çırpınıyor olmazdım herhalde, değil mi!?"
    "İnip iteceğim, burada bekleyin." dedim sakince.
    Bütün bakışların hedefi olmam saniyeler almıştı.
    "Hayır! Ölülerle aramızda on metre bile kalmadı!" diye bağırdı Engin amca.
    "Durdur beni o halde!" diyerek atladım arabadan, ama bir an için tekrar arabaya dönmek istedim.
    ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------E12------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------
    Evet, arabadan indiğim gibi Engin amcaya ağzıma ne gelirse saydırmaya başladım. Nasıl bir 10 metre ki bu arabadan çıktığım gibi ölülerle burun buruna geliyorum? Hemen birkaç adım geriye atıp uzaklaştım, ardından etrafa bakıp her zaman yaptığım gibi sert bir cisim için bakındım. Ama şansım bu sefer yaver gitmiyordu, tam o anda arabanın ön camı açıldı. Ademdi bu, elindeki beysbol sopasını bana uzatıyordu. Ulan pe**venk insene aşağıya diye düşünmeden edemedim ama sopayı aldım. Hemen bana en yakın 2 tanesinin beynini dağıtıp arkadakilere doğru süzüldüm, arkada kalan 8-10 tane zombiyi aynı anda haklamam gerekiyordu, çünkü sanki birbirlerine yapışıklarmış gibi yanyana yürüyorlardı. Sopama sıkıca sarılıp yaklaşmalarını bekledim, tam ağzıma girecekleri an sopamı bütün gücümle savurdum. Sanırım bir dünya rekoru kırdım orada, çünkü bir savurmayla altısının birden kafasını uçurmuştum. Altısı gittikten sonra kalan ikisi kolay diye düşünüyordum ki birden üzerime atladılar. Ama ne yazık ki onlara oranla nerden baksan 30-40 kat güçlü olduğumdan ısırmaya yeltenemediler bile zavallılar. Yakalarından tuttuğum gibi arabaya aksesuar olarak ekledim onları. Ardından ayağa kalkıp arabayı itmeye başladım, bir 10-15 saniye ittikten sonra araba çalıştı. Ben de arabaya binip hiçbirşey olmamış gibi yerime oturup biraz dinlenmek için gözlerimi kapattım Arabada çıt ses çıkmıyordu, neler olduğunu anlamak için gözlerimi açtığımda yine bütün gözlerin üzerimde olduğunu anladım.
    "Yine ne var?"
    "Ne mi var? Sen insan mısın?" dedi Suzan.
    "Ne yaptım şimdi ben?"
    "Ne yapman gerekiyordu ki başka? Dışarıda yaptıkların normal insanların günlük hayatlarında pek göremeyecekleri şeyler farkettin mi bilemiyorum?"
    "Daha önce markette de göstermiştim, ben biraz güçlüyüm size göre."
    Niye alçakgönüllülük yapıyorsam?
    "Biraz... Evet anlıyorum, sadece benden birazcık güçlüsün, yani önemli birşey değil. Öyle değil mi?"
    "Tamam, çok güçlüyüm ben anlaşıldı mı? Profesyonel boksördüm ben."
    "Senin de ne ilginç bir geçmişin varmış öyle; komandoydun, boksördün... Ninjaydım desen şaşırmam bundan sonra."
    "Şaşırmayın zaten, aslında daha hiçbir şey görmediniz."
    "Derken?"
    "Boşver, sadece gidelim."
    Sonunda yola çıkıp, Rusya'ya doğru ilerlemeye başladık. Suzan çocuklar gibi sevinmişti Rusya'ya gittiğimize, nedendir bilmem.
    Bekle bizi Rusya!
    ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------E13------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------
    2 günlük yolculuğumuz süresince olumsuz bir durumla karşılaşmamamız beni oldukça şaşırttı. Ama önümüzde nereden baksan en az 15-20 günlük yol olduğundan sevinmemiz için biraz erkendi. Öğle yemeğimiz için durduğumuz araba mezarlığını andıran otoyol kenarında ağızlarımızı şapırdatarak verdiğimiz senfoni Suzan'ın konuşmasıyla bozuldu:
    "Sessiz olun ve kımıldamayın."
    "Neler oluyor?"
    "Dediğimi yap, çabuk."
    "Anlamıyorum neler-"
    Lafımı bitiremeden anlamıştım, anlar anlamazda put kesildim zaten. En az elli belki de yüz ölüden oluşan bir grup arabamızın yanından geçiyordu. Herkes aniden dondu, kimse kımıldamıyordu. O kadar sessizleşti ki arabanın içi; nefes alsanız o bile duyulurdu(Buradan kimsenin nefes bile almadığını anlayabilirsiniz) Ölülerden bazıları geçerken duruyor, bir iki saniye arabayı inceledikten sonra devam ediyorlardı. Acaba görüyorlar mıydı? Acaba yalnzca kokumuzu mu alıyorlardı? Veya sesimizi mi duyuyorlardı? Hayır, bu mümkün olamazdı çünkü evimdeyken kokumu almaları veya sesimi duymaları mümkün değildi. O halde görebiliyorlardı. Ama ne kadar? Evdeyken en fazla perdeyi dalgalandıracak kadar hareket ettirmiştim, o halde harekete karşı aşırı duyarlı olmalılar. O halde şuan aşırı hassas bir durumda olmalıyız. En ufak bir kımıldanma olursa... Korktuğum başıma gelirse... Tam o anda ölünün biriyle göz göze geldik. Bana: 'Seni yiyeceğim, hele bir hareket et; arkadaşlarımla beraber seni pirzola yapıp yiyeceğim, inanmıyorsan dene de gör' dermiş gibi bakıyordu. Bu kadar şeyi bir bakıştan nasıl çıkarttığımı düşünmeyin, eğer yaşasaydınız, o an benim yerimde olsaydınız; anlardınız... Ölüyle bakışmamız sürüyordu, sanki gerçekten benimle konuşuyormuş gibi gelmeye başlamıştı. Kafayı yeme noktasına geldiğimde ölü bakmayı bırakıp gitti. Oh, çok şükür. O sırada bir çığlık sesi duyuldu; hemen önümüzdeki arabadan geliyordu...
    ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------E14------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------
    Çığlık sesini duymamla gelen şok olaylara anlam verebilme kabiliyetimde ciddi bir düşüşe neden oldu . Daha sonra(her şeyi göze alarak) doğruldum ve neler olup bittiğine bakmak için öne doğru eğilip gözlerimi kıstım. Evet, yanılmamışım. Önümüzdeki arabanın camından içeriye elini sokmuş bir ölü ve korkudan ölünün karşısındaki cama yapışmış bir bayan görmek beni şaşırtmamıştı. Onlara yardım etmeli miydik? Eğer edeceksek de bunu nasıl yapacaktık? Bunları düşünürken hareket ettiğimi gören ölüler camlara yapışmıştı bile.
    "Neler oluyor? Neden kımıldayıp bizi farketmelerine neden oldun?" dedi Suzan.
    "Ne? Duymadın mı?"
    "Neyi?"
    "Çığlığı, önümüzdeki arabaya bak."
    Herkes önümüzdeki arabaya dönüp neler olduğuna bakmak için ön cama yaklaştı. Bu arada arabanın camlarına vuran ölüleri kimse önemsemiyordu. Ölüler de iplenmediklerini anlamış olacaklar ki, vuruşları sertleşti, ama hala kimsenin umurunda bile değildiler.
    "Aman Allah'ım..." diye fısıldadı Adem güçsüz bir sesle.
    "Onlara yardım etmeliyiz!" diye çıkıştı Suzan.
    "Sakin ol kızım, ondan önce şu etrafımızdaki ölülerle ne yapacağız, onu düşünmeliyiz." diye söze karıştı Engin amca.
    Bu arada Engin amcanın sessizliği dikkatimi çekmişti, yolculuğa başladığımızdan beri neredeyse hiç konuşmamıştı. Bu adamda garip bir şeyler seziyorum...
    "Evet." diye atıldım: "Önce bunları halletmeliyiz."
    Bu arada öndeki arabada işler karmaşıklaşıyordu. Ön koltukta da birileri olacak ki, ölünün koluna birşeyler saplıyorlar; bunun yeterli olmayacağını biliyor olmalılar aslında. Sonuçta sağ sağlim buraya kadar gelmişler.
    "Ne yapacağız? Onlar... Onlar her yerde. Burada mı öleceğiz..." diye serzenişte bulundu Suzan, sesi oldukça sakindi, aynı zamanda biraz da tedirgin.
    "Sakin ol bakalım küçük hanım, elbette kurtulacağız."
    Dedim ama nasıl yapacağımız tam bir paradoks, kapıyı açıp kaçmaya çalışsak yakalanmamız işten bile değil, diğer türlü de sonsuza kadar burada kalamayız ya. Hem önümüzdeki araçtakilere yardım etmemiz gerek. Tam o sırada kafamda bir şimşek çaktı.
    ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------E15------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ -
    Buldum! Diye haykırdım.
    "Ne oldu? Ne buldun?"
    "Anlatıyorum, dikkatle dinleyin; ilk iş olarak hepinizin arka tarafa gelmenizi istiyorum."
    Adem ve Engin amca birbirlerine tip tip baktıktan sonra yavaşça yanımıza süzüldüler.
    "Evet, şimdi?"
    "Şimdi, fark etmiş olmalınız ki etrafımızı sarmış olan bütün zombiler yanımıza doğru geldiler."
    "Bu ne işimize yarayacak?" diye sordu Adem.
    "Şu işimize yarayacak; hızlı olursak ön camdan kaçabiliriz."
    "Şaka mı lan bu? Ön camı nasıl kırmayı düşünüyorsun acaba? Silahla ateş edip burada bizi sağır etmeyi düşünüyorsan, unut bunu."
    "Hayır hayır hayır. O işi sen bana bırak, yalnızca ben dışarıya çıkar çıkmaz peşimden gelmeye hazır olun, bir saniye geç kalırsanız ölürsünüz."
    Önümüzdeki araçta durumlar fena hale gelmişti, az önce kolunu sokan ölünün iki yanına da birer zombi eklenmiş, kafaları içerde, kollarıyla kadını yakalamaya çalışıyorlardı. Ne gariptir ki orada açık bir cam olmasına rağmen ölülerin %95 i bizim etrafımızdalardı. Camlardan birini çatlatmışlardı bile, fazla vaktimiz yoktu; her an o cam patlayabilirdi. Bende planımı uygulamaya koyup tam öndeki iki koltuğun arasında yerimi aldım. Ayaklarımı arka koltuğa yasladım, bizimkilere dönüp:
    "Hazır mısınız? Üç dediğimde, başlıyorum; bir, iki, üç, şimdi!"
    Der demez bütün gücümü ayaklarıma verip ön cama doğru uçtum. Arabanın tavanının normale göre yüksek olması işimi inanılmaz derecede kolaylaştırdı. Ön camı kafamla tuz-buz ettikten sonra hızımı alamayıp önümüzdeki araca çakıldım. Kafam arka camı dağıttığında kadının çığlığı iki kat şiddetlendi. Hemen kafamı oradan kurtarıp bizimkilerin durumuna bakmak amacıyla kafamı çevirdim, ki ne göreyim; Suzan ve Adem arabadan çıkmış ve neredeyse yanıma gelmişlerdi bile. Engin amca ise ortalarda yoktu.
    "Baban, baban nerede?"
    "Babam mı? Baba?" deyip arkasına dönmesiyle yere yığılması bir oldu. Çünkü Engin amca hala arabanın içinde oturuyordu...
    ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------E16------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ -
    Lanet olsun!
    Neler oluyor? Neden çıkmıyor o kahrolasıca arabadan? Bir şeyler yapmazsam... Bir şeyler... Düşün...
    "Adem, arkadakileri sana bırakıyorum."
    Ne yapmayı planladığımı anlamış görünüyordu.
    "Hallederim, peki ya Suzan?"
    "Onu boşver, burada güvende olacak."
    "Peki."
    Bu arada fark ettiğim bir şey var; hiçbir ölü ne benim, ne Adem'in ne de Suzan'ın peşinden gelmemişti. Hepsi arabaların etrafını sarmıştı. Sanırım bu hedef seçimiyle alakalı, nasıl bir aslan bir sürüye saldırdığında en zayıfı; kaçamayacak olanını seçiyorsa, ölüler de aynı psikolojiyle hareket ediyordu. Kolay hedef. Sanırım çürümüş olsalar da beyinleri hala çalışıyordu. Bu arada IQ seviyesi yüksek bir ölüyle karşılaşmamak için dua ettim. Elinde balyozla arabanın camını kırmaya çalışan bir ölü hayal etsenize. Haha, çok komik, sanırım hiçbir zaman kaliteli espri yapamayacağım. Aman, ne lazım. Şu an önemli olan Engin aptalını kurtarmak, aptal diyorum çünkü beni çok sinirlendirdi. Ulan dengesiz, ulan beyinsiz, ulan... Ne derdin var? Niye oturuyon hala? Niye çıkmıyorsun o arabadan zamanında? Madem ölmek istiyorsun, bunu çaktırmadan yap, ne bileyim çıkmaya çalışıyormuş gibi yap, bişey yap yani... Bak, senin yüzünden bayıldı kızcağız. Neyse, seni bir kurtarayım da görürsün... Ben kafamın içinde planlar kurarken ölülerden biri ön camın kırılmış olduğunu fark etmişti bile. Bu da demek oluyor ki fazla vaktim yok. Hemen birşey yapmazsam moruk gidici. Bu şekilde düşünüp yolda plan yapmayı planlayarak koşmaya başladım. Arabayla aramdaki mesafe 2-3 metreye indiğinde zıplayarak kaputa kondum. Ön camın kırılmış olduğunu tespit eden ölüyü önce tebrik ettim, ardından bir yarım voleyle kafatası mı yoksa asfalt mı daha sert? Sorusunun cevabını buldum; açık ara asfalt daha sertmiş. Bu sırada Adem ölüleri temizleme işini bitirmiş, arabadakilerle koyu bir muhabbete girişmişti. Daha önce de bu Adem'in ne kadar y**şak bir insan evladı olduğundan bahsetmiştim hatırladığım kadarıyla. Ama haklıyım, öyle değil mi?
    ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------E17------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ -
    İki çay söyleyeyim de muhabbetiniz artsın bari. Haha, çok komik. Espri yaptım fark ettiniz mi? Etmediyseniz problem yok; doğru yoldasınız. Neyse, benim kaputun üzerine çıkmış olmamı fark eden ölülerin birkaç tanesi arabanın önüne doğru gelmeye başladılar. Hemen birşeyler yapmazsam moruk bu sefer cidden gidici. Hadi moruğu geçtim, ben araya kaynayabilirim. İstemem bu genç yaşımda ölmeyi, gerçi hangi vampir ister ki 223 yaşında ölmeyi? Bu düşüncelerle birlikte harekete geçtim, tavanın iki yanından tuttuğum gibi söküp (tak-çıkar şeklinde değildi tavan) arabanın ön tarafında kamp kurma hazırlıkları yapan ölülere hediye ettim, oldukça beğenmiş olacaklar ki hemen altına girip saklandılar. Bu şekilde öndeki ölüleri hallettikten sonra Engin moruğuna dönüp:
    "Rahat galiba orası?"
    Tip tip bakıyordu bana, ne var lan g*t diyesim geldi bir an, sonra vazgeçtim, aynı yolun yolcusuyuz sonuçta. Hem benden büyük gösteriyor, saygı göstermeliyim. İnsanlar böyle yapıyorlar.
    "Sen... Cidden insan olamazsın."
    Değilim ulan zaten diyesim geldi bir an, sonra vazgeçtim. Bu aralar hep diyesim geliyor, sürekli vazgeçiyorum, hiç diyemiyorum, hep içime atıyorum. Olmayacak bu iş böyle, birşeyler demem lazım...
    "Sus da gidelim."
    "Hayır, yoruldum bu hayattan, yaşamak zor geliyor bana, kaçmaktan bıktım artık. Hem bu şekilde yaşa-" Gibi bir dizi felsefi laf etmeye kalkışacak oldu, dayanamayıp ensesine patlattığım osmanlı tokadıyla bayılttım. Sonrada sırtıma alıp etrafıma bakındım; aksiyon yaşamadan kaçabileceğim bir taraf bulmak için. Geldiğim yolda bile -kaputun üstü- 3-4 ölü beni bekliyordu. Kısaca önüm arkam sağım solum (saklanmayan sobe) sarılmıştı. (Espri yaptım bak yine) (Şaka maka kafiyeli oldu ha!) (Aha! Yine kafiye, şair olacak vampirmişim ben, peh) Etrafımı şöyle bir süzdükten sonra kaçmak için en kolay yolun geldiğim şekilde geri dönmek olduğunu anladım. Bunu yapmak için önce kaputun üzerindeki Arsenal forması giymiş ölüleri temizlemem gerekiyordu.
    ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------E18------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ -
    O an aklımda optimist bir düşünce belirdi. Evet, bardağın dolu tarafına bakarsak Engin moruğunu bir silah gibi kullanabilirim. Neden olmasın ki? Diye düşünerek moruğun kollarının altından tuttuğum gibi ölülere doğru savurdum. Ayakların ilk temas ettiği ölü diğerlerini de kendisiyle beraber kaputtan aşağıya düşürdü. Hemen kaputun üstündeki yerimi ve sıçramak için pozisyonumu aldım. O sırada Adem'in sesini duydum:
    "Atla, yapabilirsin biliyorum."
    Beni iyi tanımış, bunu sevdim. Benim de planım bu olduğundan ricasını kırmayarak sıçradım. Üç saniyelik bir güç birikiminin sonucu üç metre yukarı, dört metre de ileriye olmak üzere beş metrelik (tabii Pisagor'a göre) bir atlayışa denk gelmişti. Yere iner inmez koşmaya, aynı zamanda da bağırmaya başladım:
    "Çalıştır, çalıştır şu lanet arabayı hemen!"
    Arabaya bildiğimde, Adem'in Suzan'ı arabaya bindirmeyi akıl etmiş olması karşısında yaşadığım büyük mutluluğu kimseye çaktırmamaya büyük özen gösterdim ki benim mutlu halimin de olabileceğini öğrenmesinler. O sırada bütün yüzler bana döndü. (Engin ve Suzan hariç tabii ki, onlar baygın yatıyorlar) Şaşırmadım desem yalan olmaz, çünkü şaşırmadım. Artık günde bir kez bütün yüzler bana dönmemiş ise o günü gün saymıyorum çünkü. Bütün yüzlere tek tek "Ne var?" bakışı attıktan sonra şoför koltuğunda oturan adama da ayrıca "Önüne baksana lan gavat!" bakışı atarak ayrıcalık yaptım.
    "Sen insan değilsin..." (Bu lafın da müptelası oldular arkadaş, ismimden çok kullanıyorlar yemin ediyorum) dedi Adem.
    "Bugün ikinci defa duyuyorum."
    "Alış bence."
    "Deneyeceğim."
    Bu arada öndeki bayan bana dönerek:
    "Teşekkür ederiz; bizi kurtardınız. Ben Ala, bu da eşim Arek."
    "Önemli bir şey değil; kim olsa aynısı yapardı, memnun oldum bu arada."
    "Hayır, ciddi manada size borçluyuz. Ha sahi, nereye gidiyordunuz?"
    "Rusya'ya."
    "Ne güzel, biz de o tarafa gidiyoruz, birlikte yolculuk etmek sorun olmayacaksa?"
    "Fazla seçme şansımız yok zaten diyerek gülümsedim. Çok garip, hiçbirşey olmamış gibi davranıyorlar."
    ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------E19------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ -
    Sanki arabalarının arka camını kafasıyla kıran, bir arabanın tavanını çıplak elleriyle söken, sırtında bir insan olduğu halde durduğu yerden beş metre atlayan ben değilmişim gibi. Neyse, sorun değil. Soru sormamaları daha iyi. Hem böylece yalan uydurmak için şekilden şekile girmem gerekmiyor. Ama şu Arek hakkında kafamı kurcalayan birşey var; çok tanıdık bir şey... Aman neyse ne, varsa öyle birşey çıkar elbet. Şu an ihtiyaç duyacağım son şey; kafamı meşgul edecek birşey... Çünkü şu an olması gerektiğinden fazla meşguldu beynim. Bu Ala... Acaba yanlış mı gördüm? Emin olmam gerek, ama hayır. Eminim. Onun... Bu sırada yaşadığım çelişkinin farkına varmış olacak ki bana dönüp gülümsedi. Evet eminin. Köpek dişlerinin üstü ince bir çizgi halinde kızıl renkti. Bunun da ne anlama geldiğini az çok tahmin edebilirsiniz. O; benim türümdendi... Şimdi diyeceksiniz ki madem kadın vampir; niye ölülerle başa çıkamadı? Hemen söyleyeyim; bende bilmiyorum, ama birkaç nedeni olabilir: Kadın çömez veya yeni vampir olmuş olabilir, diş etlerinin üstündeki kırmızı çizgi de bu teoriyi destekliyor. Ama kafamı kurcalayan birşey var: Eğer Ala vampirse Arek'in de... Bir safkan olması gerekir ki az önce hiçbir şey yapamadığını düşünüyorum da bunun mümkün olması olası değil. Garip... Çok garip... Gerçeği öğrenmeliyim...
    ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------E20------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ -
    Arek... Safkan mıydı? Yo,hayır. Bir safkan o kadar aciz bir duruma düşmez. Ama Arek safkan değilse... O zaman... Derken acı bir fren sesiyle araba durdu. Garip olansa bir tarafımızın orman, diğer tarafımızında çitlerle çevrili bir arsa olmasıydı. Önümüzde de görünen hiçbir tehlike yoktu. Neler olduğunu anlamaya çalışırken Arek Ala'ya dönerek:
    "Konuşmamız gerek, iniyoruz."
    "Neler oluyor?"
    "Sessiz ol."
    "Neler oluyor söylesene?"
    "İn dedim, konuşmamız gerek... Yalnız."
    "İsterseniz biz inebiliriz" diyecek oldu Suzan ama Arek onu takmadI bile.
    "Hadi!" Daha sonra bize dönerek: "Burada bekleyin" diye çıkıştı.
    Onlar ormanın içinde gözden kaybolduktan hemen sonra peşlerinden gitmek üzere arabadan indim "Burada beklememizi söyledi" diye atıldı Adem.
    "Ne zaman emir kulu oldun?" Diye sorduktan sonra cevabını beklemeden ormana daldım. Onları bulmam çok zor olmadı, böylece konuşmayıda kaçırmamış oldum.
    "Neler oluyor? Söylesene artık."
    "Bana anlamadığını söyleme!"
    "Neyi? Neyi anlamadığımı?"
    "Haha, ne kadar inandırıcısın. Buldular bizi işte, daha ne?"
    "Kim buldu bizi?"
    "Onlar, konsey işte."
    "Nereden çıkardın şimdi bunu?"
    "Tanımıyor musun? Onu..."
    "O? Tarık mı? Evet anladım, o bir vampir. Hani konsey tarafından gönderildi diyelim, ne yapabilir? O sadece bir vampir. Ve ben de bir vampirim. Ve sen... Sende eski bir safkansın... Onunla başedemeyeceğimizi mi düşünüyorsun?"
    Arek konusunda yanılmamışım... Ama eski derken ne demek istedi?
    "Evet haklısın, yani en azından o 'sadece' bir vampir olsaydı, haklı olurdun. Ama ne yazık ki o 'sadece' bir vampir değil."
    "Ne demek istiyorsun?" diye sordu Ala ürkmüş bir sesle.
    Demek istediğim şu: "Başımız büyük belada..."
    ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------E21------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------
    "Neler oluyor tanrı aşkına, benim bilmediğim? Anlatsana! O da kim oluyormuş ki bizim başımızı belaya sokuyor?"
    "Bunu kendisine sorsana." dedi sakince.
    "Anlamadım?"
    "Başından beri hemen arkandaki ağacın arkasında bizi dinliyor kendisi, ve dediğim şu: Neden ona sormuyorsun?"
    Şu Arek... Gerçekten çok şey biliyor. Hem benim burda olduğumu nasıl anladı? Aman neyse. Bu sırada Ala benim olduğum ağaca doğru döndü, biliyorum; çünkü sezdim. Ben de onları daha fazla meraklandırmak istemiyorum zaten.
    "Merhaba" diye söze girdim.
    "Sen... Sen bunca zamandır bizi mi dinliyordun? Ne kadar ahlaksızca." (Bu durumda bile takıldığı şeye bak. Ah bu kadınlar... Vampir de olsa aynı)
    "Evet." dedim sakince.
    "Sen... Sen nesin?"
    "Bunun cevabını zaten biliyorsun."
    "Yoksa... Oh, tanrım, hayır, yoksa... Sakın bana..."
    "Evet. Ben bir safkanım."
    Bunun etkisi tahmin ettiğimden fazla oldu; ki Ala önce dizlerinin üzerine düştü, daha sonra da yüz üstü yere kapaklandı. Bayılmış olmalı.
    "Peki ya senden ne haber Arek? Bunca şeyi bilip de yaşamana şaşırdım doğrusu. Üstelik bir vampirle birliktesin. Ve sanıyorum ki safkan değilsin.(Ala onun eski bir safkan olduğunu söyledi ama gerçeği birinci ağızdan dinlemeliyim) Yanlış mıyım? Öyleysem düzelt lütfen."
    "Bu uzun hikaye... Konuşma tarzına bakarsam konsey tarafından gönderilmedin, peki burada ne yapıyorsun?"
    "Hayır, kimse beni bir yere göndermedi. Ama hala soruma cevap vermedin, bu kadar şeyi nasıl bilebilirsin?"
    "Ben bir safkanım... Yani öyleydim... O lanet güne kadar..."
    "Bu da ne demek oluyor?" dememle onu hatırlamam bir oldu, evet onu tanıyorum. Onun adı... Daha doğrusu onun gerçek adı: 'Black'

    Ve 'Black' bu dünyada yaşayan en güçlü safkan(dı)...
    ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------E22------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------
    Şaşırdığımı bir nebze de olsa gizlemeye çalışarak:
    "Şu hikaye, dinlemek istiyorum. Black."
    "Beni tanımasan şaşırırdım zaten ‘Red’ madem o kadar dinlemek istiyorsun, otur şöyle dedi eliyle arkamdaki kayayı göstererek." dediğini yapıp arkamdaki kayanın üzerindeki yerimi aldım:
    "Hadi, seni dinliyorum."
    "Nereden başlasam bilemiyorum ki…"
    "En başından dinlemek istiyorum."
    "Peki o halde, başlıyorum; Ala ve ben 16 yıldır evliyiz, evlendiğimizde o bir insan, bende bildiğin üzere bir safkandım. Geçen haftaya kadar da insan olarak yaşamaya devam etti. Benim bir vampir olmam onu rahatsız etmiyordu sanıyorum. Ama bir hafta önce birden: ”Neden beni ısırmıyorsun?” diye sorduğunda ilk başta şaka yapıyor sandım. Ama o kadar kararlı bakıyordu ki şaka yapmadığını anlamam kısa sürdü. Ertesi gün yiyecek almak için dışarı çıkmam gerekti. Çok uzak değil, 200 metre ilerideki markete gidip, insanların yağmalamadan bıraktıkları ne varsa alıp hemen eve döndüm. Ama ben gelmeden onlar gelmişlerdi."
    "Onlar? Kimi kastediyorsun? Yoksa…"
    "Evet, onlar. Avcılar. Eve döndüğümde tuzağa düşürüldüm. Ellerimi-kollarımı bağlayıp bodrum katına götürüldüm. Daha sonra seninki geldi yanıma."(Seninki diye bahsettiği bir avcı, bunu daha sonra anlatacağım, şimdi sırası değil)
    "Oo Black, çok kolay yakalanmadın mı sence de? En güçlü safkandan beklenmeyecek kadar…"
    "Ne istiyorsun?"
    "Hiçbirşey, sadece bir teoriyi yasaya dönüştürmem gerekiyor da, seninle deney yapacağım."
    Dedikten sonra bodrumun kapısı açıldı ve içeriye bir zombi girdi. Boynuna tasma misali çelik bir halka geçirilmiş, zincir yerine de uzun bir demir parçası kullanılmıştı. O sırada Millenium(Seninki diye bahsettiği kişi) demirin ucundan tuttuğu gibi zombiyi bana doğru sürüklemeye başladı.
    ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------E23------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------
    "Ne yapıyorsun?"
    "Dediğim gibi. Deney…"
    Zombinin bana ulaşmasına bir adım kala durdu.
    "Direnmezsen daha çabuk biter."
    "Ne yapacaksın?" diye yineledim.
    "Sabret, en fazla 1 dakika sürecek."
    Ne olacaksa olsun diyerek gözlerimi kapadım. Zaten yapabileceğim hiçbirşey yoktu. Zombinin bana yaklaştığını hırıltılarından anlayabiliyordum. Sonra kolumda bir acı hissettim. Ardından boynumda... Pislik herif! Zombiyi bırakmıştı."
    "Çek şu lanet şeyi üzerimden! Beni ısırdı!
    "Zaten amaçta buydu." dedi sakince.
    Daha sonra:
    "Bu kadar yeter sanıyorum." diyerek zombiyi benden uzaklaştırdı. Her yerimi ısırmıştı lanet yaratık.
    "Peki şimdi ne olacak?" diye sordum.
    "Göreceğiz, zamanla..."
    Daha sonra bayılmışım. Uyandığımda aklıma ilk gelen şey Ala oldu. Millenium hala başımdaydı.
    "Eşim, o nerede?" Diye bağırdım.
    "Ooh, demek uyandın. Merak etme o iyi. Hatta senden daha iyi baktık ona. Zaten onunla bir işimiz yok."
    Daha sonra farkettim. Gitmişti, hissedemiyordum. Benliğim... Varlığım... Ben, ben değildim artık...
    ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------E24------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------
    "Daha sonrasını hatırlamıyorum... Veya hatırlamak istemiyorum da diyebilirim. Gözümü açtığımda Ala başucumdaydı. Millenium ise gitmişti. Benliğimin gerçekten yok olduğunu ilk o zaman anladım. Artık normal bir insan olduğumu... Bir yaratık olmadığımı... Ve yine ilk o zaman farkettim, harekete geçmemizin gerekliliğini. Ne de olsa artık yerimizi bildiklerini biliyorduk. Ne de olsa artık Ala ile olan birlikteliğimiz yanlış bir şey olmuştu. Evet, kaçmalıydık. Sonrasını biliyorsun zaten..."
    "Anlıyorum... Demek öyle, yani demek istiyo-"
    "Evet. Aynen şunu demek istiyorum; bu zombiler bizi öldürmüyor, insana dönüştürüyor. Bir nevi geri dönüş."
    "Bu aynı zamanda da bizim bu hastalığa karşı bağışıklığımız olduğunu da ifade ediyor."
    "Öyle de denebilir, aslında bu hastalık bizim virüsümüze düşman olan bir bakteri türü içeriyor olabilir. Veya bu virüs bizim virüsümüzle savaşıyor olabilir, eğer ikinci teorim gerçekse; savaşı kazanan taraf benim geleceğimi belirleyecek. Yine de şu an kesin bir şey söyleyemiyorum."
    "Öyleyse..."
    "Evet, olabilir; bu hastalığın kaynağı onlar olabilir: Avcılar"
    "Demek istiyorsun ki..."
    "Evet, bu onlara uyuyor."
    "Peki ya o kadar insanı da bizimle beraber feda mı edecekler?"
    "Tahminince böyle olmasını beklemiyorlardı. Yani insanları bu derece etkileyeceğini."
    "Gayet akla yatkın bir teori. Ama avcıların insanları bizden korumaya çalışırken aynı zamanda insanlığın sonunu getirecek olan bir hata yapmış olması gibi bir olasılıkta var."
    "Zannetmiyorum. Büyük ihtimalle aşıyı ellerinde bulunduruyorlardır."
    "Şu ana kadar böyle birşey duymadım. Aşının varlığıyla ilgili."
    "Bu kadar büyük bir olayın altından kalkamayacaklarının farkına varmış olmalılar. Veya başladıkları işi bitirmeye; soyumuzu yoketmeye karar vermiş olabilirler."
    "Black, isminin hakkını gerçekten veriyorsun."
    "Teşekkür ederim. Ama artık o isimle çağrılmamayı tercih ederim. Ne de olsa ben artık..."
    "Peki ya 'o' nun hakkında ne yapacaklar? Bununla ilgili bir teorin var mı?"
    "Aklıma takılan tarafı da orası. Onunla; efendimizle başa çıkabilecek bir güç varsa ki o da bir teoriden ibaret, 7 safkanın gücüdür. Aynı zamanda efendimiz yok olmadığı sürece bizim türümüz sonsuza kadar sürecek, yani burası aklıma takılan nokta."
    "Onun için birşey düşünmeden bu işe kalkışmış olamazlar öyle değil mi? Yani bu da demek oluyorki 'O' tehlikede."
    "Bizim böyle düşünmemizi istiyor da olabilirler."
    "Nasıl yani?"
    "Kısaca; bize efendimizin tehlikede olduğunu düşündürmeye çalışıyor olabilirler. Böylece biz efendimizin tehlikede olduğunu düşünüp onun yanına gideriz. Böylece bizi, yani onu bulmuş olurlar."
    "İzlendiğimizi mi ima ediyorsun?"
    "Mümkün. Ama illaki peşimize takılmaları gerekmez bizi izlemeleri için. Vücudumuza yerleştirecekleri küçük bir çip iş görecektir."
    "Hangi arada yapabilirler ki böyle bir şeyi? Pardon, sen yakalanmıştın öyle değil mi?"
    "Evet, işin kötüsü o anlar hakkında da pek birşey hatırlamıyorum. Benim gibi diğer safkanlardan da tuzağa düşürülenler olabilir. Yani kısaca; ne olursa olsun oraya gitmeliyiz. Onun yanına."
    ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------E25------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------
    Bu arada Ala da uyanmıştı. Bizim sakin sakin sohbet ettiğimizi görünce korkusu bir nebze olsun geçmiş olacak ki etrafı süzüyordu.
    "Siz de hissediyor musunuz?" diye sordu.
    "Neyi?" dememle ben de farkına vardım; yalnız değildik. Konuşmaya dalıp etrafta olan bitenleri hiç farketmemiştik.
    "Neler oluyor?" diye sordu Arek, anlaşılan o henüz fark edememişti. Sanırım yavaş yavaş vampir güçlerini kaybediyordu.
    "İzleniyoruz." diye fısıldadım.
    "8 kişi sezdim, doğru mu?" diye sordu Ala.
    "1,2,3....8. Evet doğru."
    Hayır hayır, bir kişi daha var, o biraz daha uzakta. Ama 9 kişi olduklarına eminim. Ve acemiler, bundan da oldukça eminim. Yerleşme şekilleri çok düzensiz. Aralarında bir tane rütbeli olsa böyle olmazdı. Ama şu arkada duran dikkatimi çekmiyor da değil. Yoksa? Yoksa acemi olduklarını düşünmemi mi istiyorlar? Yo, ben çok paranoyaklaştım galiba.
    "9" dedim.
    "Ne yapacağız?" diye sordu Ala titrek bir sesle. Vampir olmanın ne demek olduğunu daha tam olarak kavrayamamıştı.
    "Ne mi yapacağız? Tabii ki onları da bize katılmaya davet edeceğiz."
    "Bana güvenmesen iyi olur." dedi Ala.
    "Bana da."
    İkisi de garip davranıyorlardı. Şu an yaşayan en güçlü safkan olduğumu hatırlatmak amacıyla ikisine de birer öpücük attıktan sonra: "NEDEN GELİP BİZE KATILMIYORSUNUZ?!"
    Jetonları artık ne yapıyorsa ki aşağıya düşmesi bu kadar uzun sürdü, yaklaşık otuz saniye sonra cevap geldi: "NEDEN KAÇMADINIZ?"
    İşte bu keyfimin yerine gelmesini sağlayan bir cevaptı. Çünkü ancak bir çaylak böyle bir soruyu soracak kadar mankafalı olabilirdi. Bir rütbeli varlığının sezildiğinin ve vampirin kaçmadığının farkına vardığında önünde iki seçenek vardır: kaçmak veya olabildiğince hızlı bir şekilde saldırıya geçmek. Çünkü bir vampir avcıyı sezdiyse ve kaçmaya yeltenmediyse bunun tek bir açıklaması vardır: O vampir kendine güveniyordur, ve özgüven sahibi bir vampir dünya üzerindeki en tehlikeli yaratıktır.
    Böylece çaylaklarla karşı karşıya olduğumuzu teyit ettikten sonra karşılık verdim: "BU SORUYU BENİM SORMAM GEREKMİYOR MUYDU?"
    Jetonların yaptıkları işi bırakıp asıl işlerine dönmeleri yine bir otuz saniye sürdü. Daha sonra hareketlendiler, düzensizce. Sanırım etrafımızı sarmaya karar verdiler. Bu arada Ala Arek'in boynuna sıkıca sarılıp başını ensesine gömmüştü. Arek ise sinemada filminin başlamasını bekleyen seyirci edasıyla beni izlemeye koyulmuştu. Bari güzel bir film çekeyim ki tek seyircim de memnun kalsın. Bu arada etrafımızı sarma işini bitirmişlerdi. Ne olur ne olmaz diye tekrar saydım. 1,2,3...8! Diğeri yoktu etrafımı saranlar arasında. Nerede? Orada, hala yerinden kımıldamamış. Acaba? Onlardan biri değil mi? Neyse, öğrenmem uzun sürmeyecek ne de olsa. Bu arada film başlamak üzereydi,

    3...2...1...
    Mermiler üzerime adeta sağanak yağmur gibi yağmaya başladı. Bu arada her ihtimale karşı Ala ve Arek'i yakınlardaki ağaçların birinin üst dallarından birine çıkartmıştım ki zarar görmesinler. Tabii ki size hepsinden kaçınabildiğimi söylemeyeceğim. Böyle şeyler ancak DH Konu Dışı hikayelerinde olur. 3 yönündeki diğerlerine göre daha yakın mesafedeydi, ondan başlamaya karar vermemle atılıp kafasını gövdesinden ayırmam saniyenin onda biri kadar sürdü. Birden ortadan kaybolduğumu görmüş olacaklar ki ateş etmeyi bir anlığına bıraktılar. Bu bir an hepsi için yeter de artardı.
    ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------E26------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------
    Hepsinin işini bitirmem yaklaşık beş saniye sürdü, bu süre zarfında bedenimde on iki kurşun deliği açıldı ve bunların iki tanesi hayati noktalarıma isabet etti. İşimi bitirdikten sonra bir süre olduğum yere çöküp aldığım hasarın boyutunu tespit etmeye çalıştım, bu sırada Arek harika bir gösteri izlemiş bir seyirci edasıyla bir taraftan alkışlıyor bir taraftan da “Mükemmel, tek kelimeyle mükemmel, sen bir harikasın dostum.” tarzı nidalar atıyordu. Ala da şaşkın şaşkın etrafa bakınarak olayın nasıl meydana geldiğini anlamaya çalışıyor, bir taraftan da Arek’e sarılıyordu. Arek’in iltifatlarına karşılık vermeye ne niyetim vardı ne mecalim. Gözlerim kararmaya, başım dönmeye başladığı zaman aklıma 9. Adam geldi, gerçekten onu hiç düşünmemiştim enerjimi harcarken. Ah, kahretsin…
    Bayılmışım, uyandığımda gün ağarmaya başlamıştı, gözlerimi bir-iki sefer kırpıştırdıktan sonra Suzan’ın kucağında yatmakta olduğumu fark ettim, Engin amca ve Adem ortalıkta yoktu. Doğrulmak için hamle yaptığım an Suzan: “Dinlenmelisin.” dedi çocuğunun iyiliğini isteyen bir anne edasıyla. “Ne oldu?” diye sordum, Arek muzip bir ifade takınarak “Bir şey yapmış gibi bir de üstüne bayıldın, seni arabaya kadar taşımak zorunda kalan beni hiç düşünmedin.” O an yine aklıma 9. Adam geldi, Arek’e doğru hafifçe eğildim ve fısıldayarak sordum, Arek ise soruma cevap vermek yerine Suzan’a doğru dönerek bağırdı: “Seni soruyor, 9. Adam”
    Neler olduğunu anlayamıyordum, ben Arek’e 9. Adama ne olduğunu sormuştum, oysa o soruma cevap vermek yerine saçmalamayı tercih etmişti, tam tekrarlıyordum ki sorumu Suzan: “Seni gördüm.” Dedi buz gibi bir sesle. İşte şimdi her şey yerli yerine oturuyordu, başından beri 9. Adam yoktu, meraklı Suzan vardı, her şeye burnunu sokan Suzan. “Ne güzel.” dedim yılışık yılışık, “Artık ne olduğumu bildiğine göre benden etkilenmişsindir, ha?” diyip sırıttım, o ise neredeyse hiçbir ton bile yumuşamadan cevapladı: “Bir suikastçinin neyinden etkilenmemi bekliyorsun? Babasız bıraktığı çocuk sayısından mı?” Bak bak, vampir demeye de çekiniyor hanım kızımız, tam ağzımı açıyordum ki Arek ile göz göze geldik, gözleri sanki; “Sakın, diyordu. Ses çıkarma.”
    Yahu arkadaş nasıl bir geri zekalı 8 adamı 10 saniyeden kısa sürede patates salatasına çevirebilen bir adamın sadece bir ‘Suikastçi’ olduğuna inanır ki? Hadi süreyi, sayıyı geçtim; onların üçünün kafasını kopartmıştım be salak, bunu nasıl yaptı acaba diye hiç mi düşünmedin? Hayır insan aptal olabilir ama bizim Suzan yüksek lisans yapmış sanırım bu alanda. Hayır vampir olduğumu öğrenmesi iyi bir şey olmayacaktı tabii ama benim onun aptal olduğunu öğrenmemden iyi olurdu eminim ki.
    ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------E27 ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------ ------
    Yine de 9. adamın Suzan olmasını öğrenmek içimi ferahlatmıştı, çünkü eğer 9. adam tahmin ettiğim gibi bir deneyimli olsaydı şu an bile takip ediliyor olabilirdik. Gerçi hala takip edilmediğimizden tam olarak emin olamıyordum ama ihtimal oldukça düşüktü. Hem takip ediliyor olsaydık ben baygın düştüğüm anda bizi halledebilirlerdi. Ama hala 'O' nun yanına gitmemiz gerektiği gerçeği vardı ve oraya gidebilmek için grubu nasıl ikna edebileceğimi düşünmem gerekiyordu. Aynı zamanda hem aldığım yaralardan dolayı hem de uzun zamandır beslenmediğimden bitkin düşmüştüm, yani beynimin tam kapasitesini kullanabildiğimi söylemezdim. Bu yüzden Arek'e doğru eğilip fısıldadım: "Beslenmem... Gerek." Arek'in verdiği cevap çok şaşırtıcı olmadı: "Biraz daha dayan, şu an yapabileceğimiz bir şey yok." Her ne kadar beklediğim cevap bu olsa da durumun ciddiyetini anlaması açısından açıklama yapma gereği duydum: "Eğer... Şu an bize saldırırlarsa... Ben... Kılımı bile kıpırdatamıyorum..." Sanırım Arek durumun ciddiyetini sonunda anlamıştı. Sınırıma dayanmış olduğum ve bu halde tamamen savunmasız kalmamız gerçeği bir saniyeliğine de olsa korkudan tir tir titremesine neden oldu. Bu arada yanımda oturup neler olduğunu idrak etmeye çalışan Suzan dayanamayıp sordu: "Siz ikiniz, deminden beri neler fısıldaşıyorsunuz öyle?" Nasıl olsa hiçbir şeyden şüphelenmeyeceğinden kısa kestim: "Sıkıştım."

    Yine bir tavşan deliği bulma umuduyla ormanın içlerine doğru ilerliyorduk. Her ihtimale karşı Arek'e de benimle gelmesini söylemiş, arabadakilere de durumu 'vahşi hayvanlarla karşılaşma ihtimalime karşı' olarak açıklamıştık. Sanırım bugün şansım yaver gitmiyordu çünkü etrafta en ufak bir yaşam belirtisine bile rastlamamıştık. Bizimkilerden fazla uzaklaşmamak için arabanın etrafında bir yarım daire çiziyorduk, iki-üç kere daireyi taradıktan sonra zaten olmayan takatimin son damlalarını da tüketmek üzereydim. Eğer şimdi tükenirsem, en azından yarım gün kendime gelemeyecektim ve etrafımızda 'Avcılar' gibi bir tehdit varken 12 saat çok uzun bir süreydi. Yarım dairemizi 4. kez taramayı bitirdiğimizde Arek: "Artık dönelim, çoktan bizi merak etmeye başlamışlardır." diye seslendi. Yapacak bir şey yoktu, sonuçta arabadan daha fazla uzaklaşamazdık. Bu hem bizim, hem de arabadakilerin güvenliği için önemliydi. "Tamam." diyebildim. Bıraktığımız işaretleri takip ederek arabaya doğru yollanmaya başladık. Ya arabadan tahmin ettiğimden fazla uzaklaşmıştık, ya da gerçekten takatimin son damlasına gelmiştim ki yol hiç bitmeyecek gibi gelmeye başlamıştı. Artık pes etmek, olduğum yere devrilip birilerinin beni arabaya taşımasını beklemek istiyordum ki etradımızda bir şeyler hareket etmeye başladı. Hissetmeye çalıştım, kaç kişi olduklarını bilmem gerekiyordu. 1-2-3... 10... 20... Sanırım bedenimle birlikte beynim de durmuştu. Tekrar saydım. Hayır, bir yanlışlık olmalı; tam olarak 26 taneydiler. Ama ne olduklarını anlayamıyordum, avcılar mı? Yo, hayır. Bu kadar kalabalık gezmezler.

    Tam tekrar saymaya başlayacaktım ki Arek'in yanlış anlamış olmayı dilediğim sesini duydum: "Kurtlar..."



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi M.D. Luffy -- 14 Temmuz 2018; 14:0:53 >
    < Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >







  • Kardeşim eline sağlık iyi olmuş gerçekten devamını bekliyorum. NOT: Takipteyim .

    < Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >
  • Serin hikayeymiş...
  • Bulunsun

    < Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >
  • ayraç



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Biyolog Chaegirab -- 19 Aralık 2012; 22:35:31 >
    < Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >
  • devam fena gitmiyor ama konuyu forumda kitaplar la akalalı bir yer varsa oraya taşıman daha sağlıklı olur
  • Okuyacagim.
  • Okudum
  • Öncelikle yorumlarınıza teşekkür ederim. Forumda bakindim ama en uygun yer yine de burasıydı. Kitaplar bölümü genel olarak tanıtım vs. ile alakalı.

    < Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >
  • http://forum.donanimhaber.com/m_23218154/mpage_1/f_/key_dovus//tm.htm#23218154

    quote:

    yaw geçende babelde 61 lvl (hybrd)charımla aynı lvlde (full str) bow dövüş ettirdim 61 lvl hybrd aldı aşşağa bowu 80 lik char var acaba 90 lvl gelince onuda hybrd yapsam
  • Okurum bi ara
  • güzel hikaye takipteyim
  • up+ yeni bölümleri fırına ver usta
  • quote:

    Orijinalden alıntı: melih81

    up+ yeni bölümleri fırına ver usta

    Olabildiğince yazıyorum . Bilgisayara pek geçemediğimden telefondan yazmak zor oluyor. Ama hergün güncelleme yapacağım inş .

    < Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >
  • bulunsun
  • Güzel güzel devam

    < Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >
  • mesajım bulunsun yarın sabah okuycam
  • E5 ne zaman (çok heyecanlı gidiyorda eline sağlık )

    < Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >
  • İnşallah 30 dk içinde.

    < Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >
  • Beyler bugün yeni bölümü ekleyemeyecegim . Yazdıklarım silindi telden.
    Yarın 2 bölüm ekleyip telafi edeceğim.

    < Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >
  • 
Sayfa: 12345
Sayfaya Git
Git
sonraki
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.