Şimdi Ara

Bilgewater Hikayesi.(UZUN)-(1-2-3-4 BÖLÜM EKLENDİ)

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
13
Cevap
0
Favori
686
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
1 oy
Öne Çıkar
Sayfa: 1
Giriş
Mesaj
  • Merak edenler açıp okur belki. 1. gün hikayesi bu. özet falan yok bende okumadım daha





    I. BÖLÜM – BİRİNCİ KISIM
    KATLİAM LİMANI, VURGUN, ESKİ DOST

    Farekent’in nasıl koktuğu, isminden kolayca tahmin ediliyor.

    Yine de, kasapların parçaladığı deniz yılanlarından tüten kan ve safra kokusunun sindiği havayı soluyarak, gölgelerde saklanmış, bekliyorum.

    Paslı Kancalar çetesinin baştan aşağı silahlı üyeleri yanımdan geçerken şapkamı yüzüme iyice indirerek karanlıklara siniyorum.

    Bu çocukların çok vahşi diye adı çıkmıştır. Adil dövüşsek beni yenebilirler belki ama ben ne adil dövüşürüm, ne de bu sefer dövüşmeye geldim.

    Peki, Bilgewater’ın en leş mahallelerinden birinde neyin peşindeyim o zaman?

    Tabii ki paranın. Başka ne olacaktı?

    Bu işi kabul etmek başlı başına kumardı ama ücreti o kadar tatlı geldi ki geri çeviremedim. Hem zaten, önceden etrafı kolaçan edip desteyi kendi lehime düzenlemiştim bile.

    Sallanmaya niyetim yok. Sessizce, girdiğim gibi çıkacağım. İşim bittiğinde paramı cebime indirip, gün doğmadan koşarak uzaklaşacağım. Her şey yolunda giderse, o lanet şeyin kaybolduğunu anladıklarında ben Valoran yolunu yarılamış olurum bile.

    Kopuklar, koca mezbaha binasının köşesini döndüler. Tekrar buraya gelmelerine iki dakika var - bana bol bol yeter.

    Gümüş ışıklar saçan ay bir bulut kümesinin arkasına kayıverdi; iskele gölgeler içinde kaldı. Gündüz yapılan işlerden kalan tahta kasalar rıhtıma dağılmış. Tam siper almalık.

    Ana ambarın çatısında gözcüler görüyorum. Elde arbaletleri nöbet bekleyen siluetler. Balıkçı karıları gibi yüksek sesle gevezelik ediyorlar. Gelişimi bando mızıkayla haber versem bile bu gerzekler beni duymaz.

    Kimse buraya gelecek kadar akılsız değildir, diye düşünüyorlar.

    Görene ibret olsun diye binadan sarkıtılmış olan şiş ceset, limandan gelen gece yarısı melteminde yavaş yavaş dönüyor. İpi, cinbalığı yakalamakta kullanılan dev kancalardan birinin ucuna takılmış.

    Islak taşlara atılmış paslı zincirlerin üstünden atlayıp, çok yüksek iki vincin arasından geçiyorum. Vinçleri, dev deniz yaratıklarını parçalamak için mezbaha binalarına çekmekte kullanıyorlar. Buradaki her şeye sinen Tanrılar belası kokunun kaynağı da, karanlıkta yükselen bu imalathaneler zaten. Bu iş bitince, kendime bir kat yeni giysi alacağım.

    Katliam Rıhtımı’nın balık kafası dolu sularının ötesinde, körfezin karşı kıyısında, lambaları rüzgârda yavaş yavaş salınan düzinelerce gemi demirli duruyor. Aralarından koskocaman, kara yelkenli bir savaş kalyonu gözüme çarpıyor. Kimin gemisi olduğunu çok iyi biliyorum. Bilgewater’da herkes bilir.

    Bir an kendimle övünüyorum. Bu şehrin en güçlü adamından mal kaçıracağım. Ölümün suratına tükürmenin de kendine göre bir heyecanı var.

    Ana ambar elbette, soylu bir hanımın namusundan bile daha sıkı koruma altına alınmış. Her girişinde nöbetçi var. Kapılara kilitten başka sürgüler de vurulmuş. İçeri birinin girmesi imkânsız. Ben hariç.

    Ambarın karşısında kalan bir çıkmaz sokağa dalıyorum. Çıkmaz olmakla kalmıyor, istediğim kadar karanlık da değil. Devriye gezenler geri döndüğünde burada olursam, beni kesin görürler. Yakalarlarsa, tek umudum acısız bir ölüm olur. Muhtemelen onun karşısına çıkarırlar; ki o da ölmenin çok daha işkenceli, acı dolu bir yolu.

    O zaman çözüm, yakalanmamak elbette.

    Birden seslerini duyuyorum. Erken dönmüşler. En fazla birkaç saniyem var. Kolumun yeninden bir kart çıkarıp, nefes alıp verir gibi rahat, parmaklarımın arasında gezdiriyorum. Bu işin kolay kısmı; geri kalanı ise aceleye gelmemeli.

    Kartlar parlamaya başlıyor. Zihnimi odaksız, serbest bırakıyorum. Etrafımı bir basınç çevreliyor ve evrenin tamamıyla bir olma vaadi, beni dev bir dalga gibi altına alıyor. Göz kapaklarımı yarı indirerek yoğunlaşıyorum ve bulunmak istediğim yeri gözümde canlandırıyorum.

    Sonra, içime yine o bildik çekilme hissi geliyor ve kayıyorum. Havada bir boşluk oluşuyor ve kendimi ambarın içinde buluyorum. Neredeyse iz bırakmadan yok oldum.

    Ama çok iyiyim ya!

    Dışarıdaki Paslı Kanca üyelerinden biri ara sokağa baksa tek bir iskambil kartının yere düşüşünü görebilirdi belki; ama herhalde bakmayacaktır.

    Nerede olduğumu anlamak için bir an bekliyorum. Dışarıdaki fenerlerin soluk ışığı, duvarlardaki çatlaklardan içeri süzülüyor. Gözlerim karanlığa alışıyor.

    Ambar tıklım tıklım dolu; Oniki Denizlerin her yerinden toplanmış hazineler tavana kadar yükseliyor. Her yere parıldayan zırh takımları, egzotik sanat eserleri, pırıl pırıl ipekliler yığılmış. Hepsi birbirinden kıymetli; ama buraya onlar için gelmedim.

    Dikkatim ambarın ön tarafındaki mal yükleme kapılarına kayıyor. Oraya en yakın olanların en yeni gelenler olduğunu biliyorum. Parmaklarımın uçlarını bir sürü sandığın, kasanın üstünde gezdiriyorum. Sonunda küçük, tahta bir kutuya geliyorum. İçinden taşan gücü hissedebiliyorum. Buraya işte bunu bulmaya gelmiştim.

    Çengeli açıp kapağı kaldırıyorum.

    Ödülüm önümde yatıyor. Siyah kadifeler üstüne özenle yerleştirilmiş, şahane işçiliği olan bir bıçak. Almak için elimi uzatıyorum-

    Çhh-çrk!

    Donakalıyorum. Bu sesi çıkaran tek bir şey var.

    Karanlıkta arkamda kimin durduğunu, daha sesini duymadan biliyorum.

    “T.F.” diyor Graves. “Ne zamandır görüşemediydik.”

    I. BÖLÜM – İKİNCİ KISIM
    I. BÖLÜM – İKİNCİ KISIM
    BEKLEYİŞ , BULUŞMA, HAVAİ FİŞEK GÖSTERİSİ

    Saatlerdir buradayım. Kimi bu kadar beklemekten sıkılır ama insanın içinde benimki gibi bir öfke olunca öyle kolayına çekip gidemiyor. Daha görülecek hesabımız var.

    Yılan herif gece yarısını epey geçe geliyor. Yine her zamanki kart hokkabazlığını yaparak birden ambarın orta yerinde beliriveriyor. Çiftemi hazırlıyorum, leşini sermeye hazırım bu sefer. Bu kalleş şerefsizi senelerdir arıyorum, şimdi Kader’in namlusunun ucuna kadar gelmişken gebertmeden bırakmam.

    “T.F.,” diyorum, “Ne zamandır görüşemediydik.”

    Bugün için acayip afili bir sürü laf hazırlamıştım, herifi görür görmez hepsi kuş olup uçtu gitti sanki.

    Fakat T.F.’nin suratından hiçbir şey anlamanın olanağı yok. Ne korku gösteriyor, ne pişmanlık, ne şaşkınlık. Dolu tüfeğin namlusuna bakıyorsun be, geberesice herif!

    “Ne zamandan beri orada duruyorsun Malcolm?” diye soruyor, sesi neredeyse gülecek gibi. Sinirim iyice tepeme çıkıyor.

    Hedef alıyorum. Şimdi tetiği çeksem, balık bağırsağı gibi karşı duvara yapışıverir.

    Çekmem lazım.

    Ama daha değil. Önce bir hesap versin. “Neden gittin?” diye soruyorum, cevap niyetine bir ukalalık edeceğinden adım gibi eminim.

    “Tüfek gerekli mi gerçekten? Kaç senelik arkadaşız.”

    Arkadaşmış. Benimle dalga geçiyor soysuz. O ukala kafasını tuttuğum gibi koparsam… Ama kendime hakim olmalıyım.

    “Her zamanki gibi iki dirhem bir çekirdeksin bakıyorum,” diyor.

    Giysilerimdeki cinbalığı ısırıklarına bakıyorum. Nöbetçileri atlatmak için yüzerek geldim. Cebi para gördüğünden beri T.F. kendini şekle şemale verdi. O façasını bozmak için sabırsızlanıyorum. Ama önce sorularıma cevap verecek.

    “Neden beni satıp gittiğini söyle, yoksa o kız suratını tavana yapıştırırım.” T.F. ancak bundan anlar. Elini verirsen kolunu kaptırırsın, sonra o kolla yanağından makas alır.

    Beraber çalışırken kaypaklığı çok işe yarıyordu.

    “Kafes’te 10 sene çürüdüm be! Orada 10 senede adama neler olur biliyor musun?”

    Bilmez. İlk defa laf ebeliği edemedi. Bana yanlış yaptığının o da farkında.

    “Öyle şeyler yaparlar ki, benim diyen kabadayı aklını kaçırırdı. Ben kendiminkini öfkemden tutabildim. Bir öfkeden, bir de şurada şu anı yaşayabilmek istediğimden.”

    Hah, işte şimdi geldi ukalalık: “O zaman sayemde hayatta kalmışsın demektir. Aslında bana teşekkür etmen lazım.”

    Damarıma basmayı başardı. Öfkeden gözüm öyle bir dönüyor ki önümü göremiyorum. Bile bile yapıyor. Aklımın gitmesinden yararlanıp yine kırklara karışacak. Derin derin nefes alıyorum, attığı yeme yanaşmıyorum. O da şaşırıyor. Bu sefer, ne olursa olsun konuşacak.

    “Beni kaç paraya sattın?” diye hırlıyorum.

    T.F. olduğu yerde dikilip sırıtarak zaman kazanmaya çalışıyor.

    “Malcolm, bu konuyu açıklığa kavuşturmaktan memnun olurum ama şimdi ne yeri, ne de zamanı.”

    Parmakları arasında dans eden kartı son anda fark ediyorum. Kendime gelip tetiği çekiyorum.

    DAN.

    Kart yok olup gidiyor. Neredeyse eli de gidiyordu.

    “Beyinsiz!” diye çemkiriyor. Sonunda kasılmayı bıraktı. “Bütün adayı uyandırsaydın! Burası kimin bilmiyor musun?”

    Çok da şeyimdeydi.

    İkinci atışımı hazırlıyorum. Ellerinin kıpırdadığını görür gibi oluyorum; aniden, iskambil kartları etrafımı sarıyor. Ateş ediyorum. T.F.’yi öldürmek mi yoksa ölmek isteyecek hale mi getirmek istediğimi bilmiyorum.

    O tozun, dumanın ve kargaşanın arasında onu tekrar bulamadan, bir kapı tekmelenerek açılıyor.

    Çıkan keşmekeş yetmezmiş gibi, bir düzine kadar da çete kopuğu içeri akın ediyor.

    T.F. “Bu işi illa şimdi yapacaksın, öyle mi?” diyor, bana bir avuç daha kart atmaya hazır.

    Başımı sallıyorum. Tüfeğim hala üstüne çevrili.

    Ödeşelim artık.

    I. BÖLÜM – ÜÇÜNCÜ KISIM
    I. BÖLÜM – ÜÇÜNCÜ KISIM
    KOZLAR, ALARM, EL ÇABUKLUĞU

    İşler hızla boka sarıyor.

    Denizin dibine batasıca ambara bir sürü Paslı Kanca iti üşüştü; ama Malcolm’ın umrunda mı? O beni kafaya taktı bir kere.

    Bir sonraki atışının gelmek üzere olduğunu sezip dönüyorum. Tüfeğinin gümbürtüsü sağır edici. Bir salise önce durmakta olduğum yerde bir kutu patlıyor.

    Yanlış anlamadıysam, eski ortağım beni öldürmeye çalışıyor.

    Bir mamut dişi yığınının üstüne perendeyle atlayıp, ona üç kart fırlatıyorum. Kartlar yerine varmadan siper alıp, çıkacak bir yol arıyorum. Birkaç saniyem olsa yeter.

    Yüksek sesle küfrediyor, ama kartlar onu sadece yavaşlatacak. Hep katır gibi sağlam olmuştur. Katır gibi inatçıdır da. Tadında bırakmayı hiç bilmez.

    “Kaçamayacaksın!” diye böğürüyor. “Bu sefer kaçamayacaksın!”

    Ne demiştim?

    Gerçi, her zamanki gibi yanılıyor. Olabildiğince hızlı bir şekilde müsaademi isteyeceğim. Gözünü kan bürüyünce onunla konuşmaya çalışmanın hiçbir anlamı yok.

    Bir patlama daha duyuluyor. Demacia işi paha biçilmez bir zırh takımından seken şarapneller, yerlere ve tavana saplanıyor. Sağa sola kaçınıp, onları şaşırtıyorum ve bir şeylerin arkasına sinerek bir siperden diğerine koşturuyorum. Graves peşimden ayrılmıyor, bağıra çağıra beni suçlayıp tehdit etmeye devam ediyor. Tüfeği sürekli gürlüyor. Graves iridir ama hızlı koşar. Bunu neredeyse unutmuşum.

    Tek sıkıntım Graves de değil. Beyinsiz herif bağırıp çağırarak, tüfeğini ateşleyerek yedi düvelin itini başımıza topladı. Paslı Kancalar etrafımızı sardı ama ön kapıyı tutması için birilerini geride bırakacak kadar da akılları var.

    Artık tüymem lazım; ama almaya geldiğim şeyi almadan gitmeyeceğim.

    Graves’e ambarın etrafında bir tur attırıyorum; sonunda başladığımız yere dönüyoruz. Ben, ondan bir an önce varıyorum. Ganimetle aramda çeteciler var, üstelik kalabalıklaşıyorlar; ama bekleyecek vakit yok. Elimdeki kart kırmızı parlamaya başlıyor; ambar kapılarının tam ortasına saplıyorum. Patlama, kapıları menteşelerinden söküyor; çeteciler dağılıyor. Ben ilerliyorum.

    İçlerinden biri tahmin ettiğimden çabuk toparlanıp, baltasını bana savuruyor. Kendimi yana atıp dizine tekmeyi basıyorum, arkadaşlarına da akıllı olsunlar diye bir küme kart fırlatıyorum.

    Yolum açılınca, çalmak için anlaştığım süslü hançeri alıp kemerime takıyorum. Bu kadar zahmete girmişken, paramı alayım bari.

    Ardına kadar açılmış olan mal giriş kapıları beni çağırıyor ama önlerine bir sürü Paslı Kanca iti yığılmış. Bu taraftan çıkış yok. Bu tımarhanede kalan son sakin köşeye doğru seğirtiyorum.

    Kartlarımdan biri elimde dans ederken kaymaya hazırlanıyorum. Ama tam kendimi bırakacakken, kuduz bir ayı gibi peşimden ayrılmamış olan Graves ortaya çıkıyor. Kader geri teperek gürlüyor ve Paslı Kancalardan biri kıyma oluyor.

    Graves’in kanlanmış gözleri, elimde parlayan karta takılıyor. Ne yapacağımı bildiğinden, silahının dumanlar tüten namlusunu bana çeviriyor. Konsantrasyonumu bozup hareket etmek zorunda kalıyorum.

    Arkamdan “Nereye kadar kaçacaksın!” diye haykırıyor.

    İlk defa akıllı oynuyor. Bana, ihtiyaç duyduğum zamanı bırakmamaya dikkat ediyor.

    Beni planımı gerçekleştirmekten alıkoydukça, bu heriflere yakalanma ihtimali içimi sıkmaya başlıyor. Patronları pek öyle merhametli bir tip değildir.

    Kafamda kırk tilki dolaşmasına rağmen, bir şeyi çok belirgin olarak hissediyorum: tuzağa düşürüldüm. İşe en çok ihtiyacım olduğunda, çok kolay görünen bir iş gökten zembille önüme iniyor ve mekâna gidince bir de görüyorum ki, eski ortağım beni orada bekliyormuş! Graves’ten çok daha zeki biri beni parmağında oynatıyor.

    Ben bu kadar kolay lokma değilimdir yalnız. Ahmaklığıma duyduğum öfkeden kendi kendimi dövesim geliyor; ama rıhtım zaten beni o zahmetten seve seve kurtarabilecek çeteci kopuklarla dolu.

    Şu an en önemlisi, buradan defolup gidebilmek. Malcolm’ın lanet tüfeğinden iki atış sesi daha gelince koşmaya başlıyorum. Sırtım tozlu, tahta bir kasaya çarpıyor. Arkamdaki çürümüş tahtaya, başımın birkaç milim yanına bir arbalet oku saplanıyor.

    “Buradan çıkış yok gülüm!” diye bağırıyor Graves.

    Çevreme bakınca, patlamanın çıkardığı yangının çatıya doğru yayılmakta olduğunu görüyorum. Haklı olabilir.

    “Biri bizi sattı Graves!” diye bağırıyorum.

    “Adam satmaktan en iyi sen anlarsın!” diyor.

    Mantıklı konuşmaya çalışıyorum.

    “Beraber çalışırsak, paçayı kurtarabiliriz.”

    Çok çaresiz kaldım, ne yapayım?

    “Sana bir daha güvenmektense buradan leşimin çıkmasını tercih ederim,” diye gürlüyor.

    Tam olarak bu cevabı bekliyordum. Mantıklı konuştukça Graves sinirleniyor; bu da benim işime geliyor zaten. Karışıklıktan yararlanıp, ambarın dışına kayıyorum.

    Graves’in içeride bas bas bağırdığını duyabiliyorum. Köşeyi dönüp, beni bulmayı umduğu yerde alay eder gibi geride bırakılmış bir kart buldu mutlaka.

    Arkamdaki yükleme kapılarından içeri bir sürü kart fırlatıyorum. İncelik zamanı geçeli çok oldu.

    Graves’i yanan bir binada bıraktığım için üzülüyorum ama bir süre sonra geçiyor. Ona hiçbir şey olmaz, çok inatçıdır. Ayrıca liman şehirlerinde rıhtımda yangın çıkması büyük mevzudur; karışıklık bana zaman kazandırabilir.

    Katliam Limanı’ndan çıkan en kısa yolu ararken, bir patlama duyup arkama bakıyorum

    Graves, ambarın duvarını patlatarak açtığı koca bir delikten dışarı çıkıyor. Bakışlarından cinayet arzusu okunuyor.

    Şapkamla ona selam verip koşmaya başlıyorum. Çiftesini gümlete gümlete arkamdan geliyor.

    Adamın kararlılığını takdir etmek lazım.

    Umalım da o kararlılık bu gece ölümüme neden olmasın.

    I. BÖLÜM – DÖRDÜNCÜ KISIM
    I. BÖLÜM – DÖRDÜNCÜ KISIM
    OYMACILIK SANATI, GÜÇ DENEMESİ, BİR MESAJ

    Kaptan köşküne götürülen küçük sokak çocuğunun gözleri, korkudan faltaşı gibi açılmıştı.

    Yürüdükleri koridorun sonundaki kapının ardından gelen azap dolu çığlıklardı onu tereddüde düşüren. Kapkara, devasa savaş gemisinin daracık güvertelerinde yankılanan çığlıkları tüm tayfa duyuyordu. Ölü Havuzu’nun kaptanının amacı da buydu zaten.

    Yara izleri yüzünü ağ gibi kaplayan ikinci kaptan, çocuğa güvence vermek için elini onun omuzuna koydu. Kapının önünde durdular. İçeride işkence gören bahtsız yine bağırınca, çocuk yüzünü buruşturdu.

    İkinci kaptan “Yavaş,” dedi. “Bana anlattıklarını kaptana da anlatacaksın.”

    Sonra kapıya hızlı hızlı vurdu. Kapıyı açan yüzü dövmeli, kılıcını sırtına asmış, dev cüsseli bir adamdı. Çocuk iki yetişkinin aralarında konuştuklarına dikkat etmedi; bakışları, arkası ona dönük oturan iri yarı siluete kilitlenmişti.

    Kaptan; iri kıyım, orta yaşlarda bir adamdı. Omuzları ve boynu bir boğanınki gibi kalındı. Yenlerini sıvamıştı; kollarının alt kısmı kandan yapış yapıştı. Kırmızı paltosuyla üç köşeli siyah şapkasını, duvarda bir askılığa asmıştı.

    Sokak çocuğu “Gangplank,” diye fısıldadı. Sesi korku ve hayranlıktan boğuklaşmıştı.

    İkinci kaptan, “Dinlemek istersiniz diye düşündüm kaptanım,” dedi.

    Gangplank önündeki işe odaklanmıştı, hiçbir şey demedi, arkasını da dönmedi. Yüzü yaralı denizci, oğlanı öne itekledi. Çocuk sendelese de dengesini buldu ve ayaklarını sürüye sürüye yaklaştı. Ölü Havuzu'nun kaptanına doğru, çok yüksek bir uçurumun kıyısına yaklaşır gibi ilerledi. Kaptanın neyle uğraştığını görünce solukları sıklaştı.

    Gangplank’in masasının üstünde leğenler dolusu kanlı su, bıçaklar, kancalar ve pırıl pırıl cerrahî aletler diziliydi.

    Çalışma tezgâhında bir adam yatıyordu, deri kayışlarla sımsıkı bağlanmıştı. Sadece başı serbestti. Boynu gerilmiş, yüzünü ter kaplamıştı; çevresine feci bir çaresizlikle bakıyordu.

    Oğlanın bakışları ister istemez adamın derisi yüzülmüş sol bacağına kaydı. Birden, buraya ne yapmaya geldiğini unuttuğunu fark etti.

    Gangplank işinden kaldırdığı bakışlarını ziyaretçisine dikti. Gözleri köpekbalığı gözü gibi soğuk ve ölü görünüyordu. Bir elinde, parmakları arasında resim fırçası gibi nazikçe tuttuğu ince bir bıçak vardı.

    Dikkatini yine işine yönelterek “Kemik oymacılığı kaybolan bir zanaat,” dedi. “Yapmaya sabrı olan pek kalmadı bu aralar. Çok vakit alıyor. Her kesiğin bir maksadı var. Görüyor musun?”

    Adam bacağındaki derin yaraya, uyluk kemiğinin üstündeki derinin ve etin soyulmuş olmasına rağmen hâlâ hayattaydı. Korkudan kaskatı kesilmiş olan çocuk, kaptanın kemiğe oyduğu karmaşık desenleri fark etti: kıvrılmış ahtapot kolları ve dalgalar. Titiz çalışılmış, hatta neredeyse güzel bir işti. Bu yüzden daha da çok dehşet veriyordu.

    Gangplank’in canlı tuvali hıçkırdı.

    “Yalvarırım…” diye inledi.

    Gangplank bu zavallıca yakarışı duymazdan gelip bıçağını bıraktı. Çalışmasının üstüne bir bardak ucuz viski boca ederek kanları temizledi. Adam gırtlağını paralarcasına bağırdı, sonra gözleri geri kaydı ve kendinden geçip rahata erdi. Gangplank iğrenme dolu bir homurtu saldı.

    “Bak çocuk, bunu unutma,” dedi. “Bazen en sadık adam bile haddini aşar. Bazen herkese yerini hatırlatmak gerekir. Gerçek güç, insanların seni nasıl gördüğünde yatar. Bir an bile zayıf görünürsen, işin bitti demektir.”

    Çocuk başıyla onayladı. Yüzü kireç gibi olmuştu.

    Gangplank, baygın tayfaya işaret ederek “Ayıltın şunu,” dedi. “Ulumasını bütün mürettebat duysun.”

    Geminin cerrahı tayfaya doğru giderken, Gangplank bakışlarını yine çocuğa çevirdi.

    “Gelelim sana,” dedi. “Bana ne diyecektin?”

    Çocuk kekeleye kekeleye “Bi-bir adam…” dedi “Farekent Rı-Rıhtımı’nda bir adam.”

    “Devam et.”

    “Kancalara gözükmemeye çalışıyordu. Ama BEN gördüm!”

    Gangplank “Hı-hı.” diye mırıldandı, ilgisini kaybetmişti. İşine doğru döndü.

    İkinci kaptan “Devam etsene oğlum!” diye ısrar etti.

    “Elinde böyle şekilli iskambiller vardı, onlarla oynuyordu. Bir acayip parlıyorlardı.”

    Gangplank, denizin derinliklerinden yükselen bir yanardağ gibi oturduğu yerden doğruldu.

    “Nerede gördün, söyle,” dedi.

    Silah kınının kemerini yakaladı, kemerin derisi gitgide sıktığı avcunda gıcırdadı.

    “Barakaların ordaki büyük ambarda.”

    Gangplank çividen paltosuyla şapkasını alırken, yüzüne öfkeli bir kızıllık hücum etti. Gözleri lamba ışığında kırmızı kırmızı parlıyordu. Yürüdüğünde ürküp geri çekilen, sadece sokak çocuğu değildi.

    Sert adımlarla kamaranın kapısına giderken ikinci kaptana “Çocuğun karnını doyur, bir Gümüş Yılan da bahşiş ver,” diye emretti.

    “Sonra da herkesi limana yolla. İşimiz var.”





    2. BÖLÜM EDİTLEDİM







    Öksürdükçe ağzımdan kurum çıkıyor. Ambardaki yangın ciğerlerimi paraladı ama durup hava alacak vaktim yok. T.F. kaçıyor, yine sittin sene Runeterra’da peşinden koşarsam bana da yuh olsun. Bu iş bu gece bitecek.

    Soysuz gördü geldiğimi. Rıhtım işçilerini yolundan itip kıyı boyunca kaçmaya başladı. Kaçış kartını kullanmaya çalışıyor ama ensesinden ayrılmadığım için durup dikkatini toplayamıyor.

    Kancalar, tezeğe üşüşen sinek gibi çevremize üşüşmeye devam ediyor. T.F.’nin yolunu tıkamaya çalışıyorlar ama patlayan kartlarından fırlatıp onları saf dışı bırakıyor. Birkaç çete kopuğuyla baş etmek kolay; ama benimle değil. Canını almaya geliyorum T.F., sen de bunu gayet iyi biliyorsun. O yüzden rıhtımda arkandan ecel kovalıyormuş gibi koşuyorsun.

    O heriflerle uğraştığı için T.F.’ye yetişebiliyorum. Beni görüp, kendini koca bir balina omurunun arkasına atıyor. Tüfeğimle bir atış yapıyorum; siperi paramparça oluyor, etrafa kemik kıymıkları saçılıyor.

    Karşılık olarak o da benim kellemi almaya çalışıyor; ama attığı kartı havada vuruyorum. Bomba gibi patlayıp, ikimizi de kıç üstü oturtuyor. Önce o ayaklanıp, kaçmaya devam ediyor. Kader‘i ateş edebildiğince hızlı ateşliyorum.

    Ellerine zincirler ve korsan kamaları almış Kancalar etrafımızı çeviriyor. Hemen dönüp içlerini dışlarına çıkarıyorum. Daha bağırsakları rıhtıma löp diye yapışmadan arkama dönüyorum. T.F.’ye hedef alıyorum ama bir atış sesi hedefimi şaşırtıyor. Kanca çetecileri üşüşmeye devam ediyor, hem bunlar daha da iyi silahlanmış.

    Eski bir balıkçı teknesinden kalma gövdenin arkasına saklanıp karşı ateş açmaya hazırlanıyorum. Silahım gürlemek yerine tık tık ediyor. Doldurmak lazım. Fişek yatağına yeni fişekler sürüyorum, öfkeyle yere tükürüp curcunaya geri dalıyorum.

    Tahta kutular tüfek atışlarıyla bir o yanımdan, bir bu yanımdan patlıyor. Bir tanesi kulağımdan bir parça götürüyor. Dişimi sıkıp tetiğe asılıyorum, başka ne yapacağım? Kader neye denk gelirse dağıtıyor. Paslı Kancalardan birinin çenesi kopuyor. Bir tanesi uçup körfezin sularına düşüyor. Biri lime lime olup kanlı çarşaf gibi yere seriliyor.

    Arkamı dönünce, T.F.’nin rıhtımın derinliklerine doğru tüydüğünü fark ediyorum. Kenarda balıkçının teki astığı leşçil yılanbalıklarını ayıklıyor. Bir tanesinin derisi yüzülmüş, içindekiler limana dökülüyor. Balıkçı bana dönerek elindeki et kancasını savuruyor.

    GÜM.

    Bacağı kopuyor.

    GÜM.

    Sonra kafasına sıkıyorum.

    Leş kokulu bir ustura balığı ölüsünü kenara itip ilerliyorum. Yerler bileğe kadar kan içinde. Kimisi balık kanı, kimisi deştiğimiz Paslı Kanca kopuklarının kanı. T.F. züppesi şimdi sinir krizi geçiriyordur. Peşinde olduğumu bile bile, kana bulanmasın diye durup durup eteklerini topluyor küçük hanım.

    Tam yaklaşacak gibi olduğumda, at gibi koşturmaya başlıyor. Dalağımın şiştiğini hissediyorum.

    “Dur da suratıma bak!” diye sesleniyorum.

    Yediği hiçbir haltın sorumluluğunu alamıyor, nasıl adam bu ya!

    Sağımdan bir ses gelince başımı çevirip, bir balkonda iki Kanca itinin daha durduğunu görüyorum. Ateş ediyorum, balkonla beraber olduğu gibi rıhtıma iniyorlar.

    Molozlardan kalkan toz ve barut dumanı o kadar yoğun ki bir halt göremiyorum. T.F.’nin kız çizmelerinin iskele tahtaları üstünde çıkardığı topuk takırtılarına doğru koşuyorum. Katliam Rıhtımı’nın bitişinde kalan Kasap Köprüsü’ne doğru ilerliyor. Adanın tek çıkışı orası. Yine elimden kaçmasına izin verirsem bana da lanet olsun.

    Ben köprüye geldiğimde, T.F. de köprünün yarısına varmış. Ayaklarını kaydıra kaydıra, zar zor duruyor. Önce kaçmaktan vazgeçti sanıyorum. Sonra neden durduğunu anlıyorum: köprünün öbür ucuna bir alay eli kılıçlı soysuz yığılmış, yolu tıkamışlar. Ama pilavdan dönenin kaşığı kırılsın.

    T.F. arkasını döndüğünde karşısında beni buluyor. Sıkıştı. Köprünün yanından aşağı, denize bakıyor. Atlamayı düşünüyor ama biliyorum, atlamayacak.

    Başka seçeneği kalmadı. Bana doğru yürüyor.

    “Bak Malcolm, senin de benim de burada can vermemize hiç lüzum yok. Buradan bir kurtulalım, sonra-”

    “Sonra yine kaçacaksın. İşin gücün insanı yarı yolda bırakıp kaçmak.”

    Tıs yok. Birden beni kollamaktan vazgeçiyor, gözü arkama kayıyor. Öyle alık alık neye bakakaldığını görmek için dönüyorum.

    Arkamda, eli bıçak ya da tabanca tutan ne kadar Bilgewater süprüntüsü varsa hepsi limana doluşmuş. Gangplank şehirdeki tüm itlerini buraya salmış demek. Devam edersem, idam fermanımı bizzat imzalamış olacağım.

    Ama bugün canımın benim için pek bir kıymeti yok.

    II. BÖLÜM – İKİNCİ KISIM
    II. BÖLÜM – İKİNCİ KISIM
    ENSELERİNDE, UÇURUMUN ÜZERİNDE, BALIKLAMA

    Paslı Kancalar acele etmiyor. Gereği de yok zaten, sıçan gibi kıstırdılar işte. Arkalarında Bilgewater’ın bütün haydutları toplanmış, şenliği bekliyorlar. Buradan çıkış yok.

    Köprünün öbür ucuna ise Kırmızı Kasket çetesinin tamamı yığılmış gibi görünüyor. Bilgewater varoşlarının labirent gibi sokaklarına dalıp izimi kaybettireceğim yolu da güzelce tıkamışlar. Rıhtımın doğusunu onlar yönetir ama esas sahipleri Gangplank’tir. Kancaların da, bu lanet gelesi şehrin neredeyse tamamı da Gangplank’indir zaten.

    Graves arkamda, rap rap koşarak yaklaşıyor. İçine battığımız bok, inatçı şerefsizin umrunda bile değil. İnsan gerçekten hayret ediyor. Yine, yıllar önceki çirkefin aynısına bulaştık ama beyefendi yine kesinlikle laf dinlemiyor.

    Ona önceki olayda aslında neler olduğunu anlatmayı çok isterdim ama anlatsam ne olacak ki? Söylediğim bir kelimeye bile inanmaz. O kalın kafasına bir şey soktu mu, çıkarana kadar kendisini epey bir vakit sarsmak gerekir. Ama bizim epey bir vaktimiz yok maalesef.

    Geri geri yürüyerek köprünün kenarına gidiyorum. Korkuluğun üstünden, altımda bir takım vinçler ve makaralar asılı olduğunu görüyorum - çok daha aşağılarında da, okyanusu. Başım dönüyor, içim bulanıyor. Sendeleyerek köprünün ortasına döndüğümde, tam olarak ne kadar berbat bir durumda olduğumu açıkça görüyorum.

    Ufukta, Gangplank’in kara yelkenli gemisi duruyor. Gemiden bir kayık filosu salınmış, kürekleri hızlı hızlı çekerek yaklaşıyorlar. Galiba bütün adamlarını üstümüze yolluyor.

    Kancaları aşamam, Kasketleri aşamam, Graves’in katır inadını hiç aşamam.

    Eh, gidecek tek bir yer kalıyor.

    Köprünün korkuluğuna ayağımı atıyorum. Sandığımdan daha da yüksekteymişiz. Rüzgâr, pardösümün eteklerini gemi yelkeni gibi dalgalandırıyor. Bilgewater’a dönmemeliydim.

    Graves “İn lan ordan aşağı!” diyor. Sesinde biraz panik mi var ne? Benden o çok istediği itirafı koparamadan ölürsem dünyası yıkılır.

    Derin bir nefes alıyorum. Aşağısı gerçekten çok aşağıdaymış.

    “Tobias,” diyor Malcolm, “İn aşağı.”

    Duraklıyorum. O ismi ne zamandır duymamıştım.

    Sonra köprüden atlıyorum.

    II. BÖLÜM – ÜÇÜNCÜ KISIM
    II. BÖLÜM – ÜÇÜNCÜ KISIM
    PERFORMANS SANATI, GÖZLEMCİ, GECEYE DALARKEN

    Çapkın Hidra, Bilgewater’da zeminine talaş serili olmayan nadir tavernalardan biriydi. Yere değil kan, içki bile dökülmezdi. Ama bu gece, müşterilerin sesleri ta Dalgıç Uçurumu’na kadar yankılanıyordu.

    Şöhreti büyük, serveti daha da büyük bazı adamlar denizcilerin yüzünü kızartacak kadar ağır sövgüler sıralıyor, yaptıkları aşağılık işleri öven açık saçık şarkılar söylüyorlardı.

    Ortalarında da, o geceki cümbüşün elebaşı duruyordu.

    Güzel kadın kendi etrafında döne döne liman şefinin ve komutasındaki tüm bekçilerin sağlığına kadeh kaldırırken gür, parlak, kızıl saçları savruluyor, odadaki her erkeğin gözünü alıyordu. Gerçi, ondan başka bir şeye zaten bakabildikleri yoktu ya…

    Gece boyu boş kalan bir kadeh bile olmamıştı; kızıl saçlı dilber bu işin icabına bakmıştı. Ama erkekleri çevresine toplamasını sağlayan şey akıllarını içkiyle bulandırmış olması değil, şahane gülümsemesini bir kere daha görebilme umuduydu.

    Taverna eğlentinin şiddetiyle zangır zangır sarsılırken kapı açıldı. İçeri, sade giyimli bir adam girdi. Ancak yıllar boyu uğraşılarak öğrenilebilecek göze batmaz tavırlarla bara doğru yürüyüp içki sipariş etti.

    Sarhoşluktan sallanan müşterilerin arasında duran genç kadın, bir bardak bira daha aldı.

    Kırıtarak “Kıymetli dostlarım, maalesef bu akşamlık müsaadenizi istemek durumundayım,” dedi.

    Liman şefinin adamları, bağıra çağıra itiraz etti.

    Kadın “Aaa, yapmayın lütfen, yeterince eğlenmedik mi?” dedi onları şakacıktan azarlayarak. “Bu gece çok işim var; hem sizler de görev yerlerinize çok geç kaldınız.”

    Saniye sektirmeden bir masanın üstüne sıçrayıp, yerdeki kalabalığa zafer dolu bir neşeyle baktı.

    “Yılan Ana günahlarımızı affetsin!”

    En can alıcı gülümseyişiyle gülümsedi, koskoca bira kupasını dudaklarına götürüp içindekini koca bir yudumda kafasına dikti.

    Kupayı masaya çarparak bırakırken “Özellikle de büyük olanları.” diye ekledi.

    Ölçüsüz alkışlar arasında ağzına bulaşan birayı silip, toplanmış olan herkese bir öpücük gönderdi.

    Müşteriler, kraliçeye yol veren hizmetçiler gibi önünde ikiye ayrıldı.

    Liman şefi, ona büyük bir kibarlıkla kapıyı tuttu. Kadından son bir lütufkâr bakış koparabilmeyi umuyordu ama dengesini zar zor koruyarak yaptığı reveranstan doğrulduğunda kadın sokaklara karışıp yok olmuştu bile.

    Dışarıda, ay Özgürlük Tepesi’nin arkasında yok olmuştu. Gecenin koyu gölgeleri sanki kadına ulaşabilmek için uzuyordu. Tavernadan uzaklaşırken attığı her adım daha kararlı ve kesin olmaya başlıyordu. Taktığı kaygısızlık maskesi her adımında biraz daha düştü, ortaya gerçek benliği çıktı.

    Gülümsemesi, hayret ve neşe dolu ifadesi kaybolmuştu. Buz gibi bakışlarıyla sanki etrafındaki sokakları değil, önüne serilmiş kara gecenin gizlediği sayısız olasılığı gözden geçiriyordu.

    Tavernadaki sade giyimli adam arkasından geliyor, giderek yaklaşıyordu. Adımlarını sessiz ama sinir bozacak kadar seri atıyordu.

    Adımlarını kadınınkine, kalp atışlarını bile denk getirerek uydurdu. Omzunun başında, gözünün hemen ucunda duruyordu.

    Kadın “Her şey yerli yerinde mi Rafen?” diye sordu.

    Rafen, geçirdikleri onca yıla rağmen, onu asla gafil avlayamamasına bir kere daha hayret etti.

    “Evet Kaptanım,” dedi.

    “Seni gören olmadı ya?”

    Bu soruya ters bir cevap verme isteğini güçlükle bastıran Rafen “Hayır,” dedi, “Liman şefi körfezi denetleyemiyordu, gemi de neredeyse bomboştu.”

    “Peki çocuk?”

    “Rolünü oynadı.”

    “Güzel. Siren’de buluşuruz.”

    Rafen bu komutla kadından ayrılıp, loş sokaklarda yok oldu.

    Kadın, geceye bürünerek ilerlemeye devam etti. Dekor kurulmuş, perde açılmıştı. Geriye sadece oyuncuların, yazdığı oyunu sergilemesi kalmıştı.

    II. BÖLÜM – DÖRDÜNCÜ KISIM
    II. BÖLÜM – DÖRDÜNCÜ KISIM
    DALIŞ, KALİTELİ ÇİZMELER, PORTAKAL

    Köprüden düşerken Graves’in haykırdığını duyuyorum. Sadece altımdaki ipe bakabiliyorum. Düştüğümü de, dipsiz kara suları da aklıma getirmenin hiç lüzumu yok.

    Rüzgârdan her şey birbirine karışıyor.

    İpi yakaladığımda mutluluktan bağırasım geliyor ama sürtünmesi avcumu kızgın demir gibi dağlayınca susuyorum. İlmek şeklinde bağlanmış ucuna doğru gelince düşüşüm birden duruyor.

    Bir an orada asılı durup, ağız dolusu sövüyorum.

    Bu yükseklikten suya düşmenin insanı öldürmeyeceğini duymuştum, ama suya atlamaktansa aşağıdaki yükleme limanının taşlarına düşerim daha iyi. Ölürüm ama hiç değilse boğularak ölmem.

    Altımda, karayla köprü arasına gerilmiş çok sağlam halatlar var. Kaba saba, gacırdayan mekanizmalara bağlılar. Deniz yaratıklarının temizlenip işlenmiş parçalarını, Bilgewater'daki pazarlara göndermeye yarıyorlar.

    Ev büyüklüğünde, ağır, paslı bir kova zorlana zorlana bana doğru yaklaşırken, halatlar tel gibi tınlıyor.

    Bir an keyifle sırıtıyorum. Sonra, kovanın içinde ne olduğunu görüyorum. Bir at arabası dolusu çürümüş, kokuşmuş balık bağırsağının içine çivileme dalmak üzereyim.

    Bu çizmelere kaç ayın kazancını bayıldım. En derin deniz çukurlarının diplerinde yaşayan bir çeşit deniz ejderinin derisinden yapıldıklarından ipek kadar hafif ama çifte su verilmiş çelik kadar sağlamlar. Bütün dünyada dört çift ya vardır, ya yoktur.

    Hay ben böyle işin...

    Kendimi doğru anda bırakıp bağırsak kovasının orta yerine gömülüyorum. Soğuk, vıcık vıcık sıvılar el yapımı güzelim çizmelerimin her dikişinden giriyor. Neyse, hiç değilse şapkama bir şey olmadı.

    Derken o lanet tüfeğin gürlemesini duyuyorum yine.

    Kovayı tutan halat, patlayarak kopuyor.

    Dev kova, gıcırtılarla halattan kurtularak düşmeye başlıyor. Taş platforma çarptığında, ciğerlerimdeki hava boşalıyor. İskelenin temellerinden sarsıldığını hissediyorum, sonra her şey tepetaklak oluyor.

    Dünya, tonlarca balık artığıyla beraber başıma geçiyor.

    Zorlukla doğrulup, kaçacak başka bir yer arıyorum. Gangplank’in itleri yaklaşıyor, bazıları geldi bile.

    Sersemlemişim. Yükleme limanına bağlanmış ufak bir kayığa doğru sürüklüyorum kendimi. Daha yarı yolu bile alamamışken bir tüfek patlıyor ve kayığın omurgası paramparça oluyor.

    Kayık batarken ben de dizlerimin üzerine çöküyorum. Tükendim. Kendi kokumdan zor nefes alıyorum. Malcolm tepemde dikiliyor. Nasıl becermişse becermiş, o da inmiş buraya. İner tabii.

    Graves beni baştan aşağı süzüp “Façan bozulmuş bakıyorum?” diye sırıtıyor.

    “Sen hiç akıllanmayacak mısın ya?” diyerek ayağa kalkıyorum. “Sana ne zaman yardım etmeye çalışsam, sen-”

    Yere, ayaklarımın dibine ateş ediyor. Bir şeylerden seken bir parça baldırıma saplandı, eminim. “Bir durup dinle-”

    Dişlerini sıkarak “Dinlediğim yetti,” diyor. “Hayatımızın en büyük vurgununu yapacaktık ama bir baktım, sen toz olmuşsun.”

    “Toz mu olmuşum? Sana demedim mi-”

    Yine ateş ediyor, yine üstüme taş parçaları yağıyor ama artık umursayacak halim kalmadı.

    “Kaçalım diye uğraşıyordum. Herkes işin boka sardığını fark etmişti,” diyorum. “Ama sen vazgeçemedin. Hiç beceremezsin vazgeçmeyi.” Farkına bile varmadan, elime bir kart alıyorum.

    Bana yaklaşarak “Sana o zaman da söyledim, arkamı kollasan o iş bitmişti,” diyor. “Tereyağından kıl çeker gibi kaçıp zengin olacaktık. Ama sen kaçtın.” Bir zamanlar ortağım olan kişi, yılların nefreti altına gömülüp yok olmuş sanki.

    Başka bir şey söylemiyorum, çünkü artık gözlerini görebiliyorum. İçinde bir şeyler ölüp gitmiş.

    Omzunun üstünden bir parıltı görüyorum. Çakmak taşlı tabancayla ateş edildi. Gangplank’in tayfası geldi.

    Kartı düşünmeden fırlatıyorum. Havayı yararak Graves’e gidiyor.

    Tüfeği gürlüyor.

    Kart, Gangplank’in adamının icabına bakıyor. Tabancası Malcolm’un sırtına hedeflenmişti.

    Arkamda bir başka tayfa yere seriliyor. Elinde bıçak var. Graves onu vurmasa, gık diyemeden ölecekmişim.

    Bakışıyoruz. Can çıkar, huy çıkmaz.

    Gangplank’in adamları artık etrafımızı sardı. Bizi aralarında sıkıştırıyorlar, bağırıp yuhalıyorlar. Çok kalabalıklar, savaşamayız.

    Bu Graves’i durdurmuyor elbette. Tüfeğini kaldırıyor ama fişeği kalmamış.

    Başka kart çekmiyorum. Anlamsız olur.

    Malcolm haykırarak adamlara dalıyor. O da öyle biri işte. Tüfeğinin kabzasıyla şerefsizlerden birinin burnunu kırıyor, sonra kopuklar üstüne çullanıp onu yere çökertiyorlar.

    Birileri kollarıma yapışıp sımsıkı tutuyor. Malcolm’u zorla ayağa kaldırıyorlar. Yüzünden kan damlıyor.

    Etrafımızdaki süprüntülerden yağan ıslıklar, hakaretler, haykırışlar birden duruyor. Uğursuz bir sessizlik çöküyor.

    Haydut kalabalığı ikiye ayrılıyor, aralarından geçen kırmızı paltolu biri bize doğru yürüyor.

    Gangplank.

    Yakından bakınca, düşündüğümden çok daha iri yarı ve biraz daha yaşlı. Yüz hatları sert, yüzünde derin kırışıklar var.

    Bir elinde bir portakal var. Kısa uçlu bir oyma bıçağıyla portakalın kabuğunu yavaş yavaş soyuyor. Her kesiği özenle atıyor.

    “Söyleyin bakalım delikanlılar,” diyor. Sesi kalın, hırıltılı. “Kemik oymacılığından anlar mısınız?”








    3.BÖLÜM EDİTLEDİM






    II. BÖLÜM – BİRİNCİ KISIM
    KAN, DOĞRULAR, ECELİN KIZI

    Yumruk, suratıma bir kere daha iniyor. Dizlerimin bağı çözülüyor, Gangplank’in gemisinin güvertesine dan diye çarpıyorum. Dökme demirden kelepçeler, bileklerimi kanatıyor.

    Yine ite kaka kaldırıp, T.F.’nin yanında diz çöktürüyorlar. Hoş, bu bitli sefiller beni ayağa kaldırabilse bile ayakta duramayacaktım ya.

    Bana vuran dev cüsseli öküz, gözlerimin önünde bir bulanıyor, bir netleşiyor.

    “O iş öyle yapılmaz yavrum,” diye geveliyorum. “Elinden bu kadarcık mı geliyor?”

    Bir sonraki yumruğun gelişini göremiyorum bile. Acı suratımın ortasında patlıyor, yine güverteyi öpüyorum. Yine kaldırıp diz çöktürüyorlar. Kanlı dişlerimi tükürüyorum. Sırıtıyorum.

    “Kocamış anam bile senden sert vuruyor be oğlum. Kadın beş senedir ölü üstelik!”

    Beni yine yere yapıştırmak için yanıma sokuluyor, ama Gangplank’in bir sözüyle terbiyeli maymun gibi kalakalıyor.

    “Yeter,” diyor kaptanı.

    Biraz sallanarak, Gangplank’in bulanık görüntüsünü sabitlemeye çalışıyorum. Görüşüm yavaş yavaş açılıyor. Belinde, T.F.’nin çaldığı o tanrıların belası bıçağı seçiyorum.

    “Twisted Fate sensin demek? Nâmını duymuştum, hırsızın iyisine burun kıvırmam,” diyor Gangplank. Yaklaşıp, T.F.’ye ters ters bakıyor. “Ama iyi hırsız, benden mal çalınmayacağını bilir.” Yanıma çömelip, gözlerimin içine bakıyor.

    “Sen… senin de kafanda bir dirhem akıl olsa, o tüfeği benim emrimde kullanırdın. Ama o gemi kaçtı artık.”

    Gangplank doğrulup, bize arkasını dönüyor.

    “Ben makul adamımdır,” diye devam ediyor. “Karşımda el pençe divan durulmasını beklemem. Biraz saygı bana yeter. Ama siz o kadarcık saygıyı bile göstermeyi beceremediniz, gençler. ”

    Tayfası, parçalamak için sahiplerinden emir bekleyen köpekler gibi etrafımızı alıyor. Ama hiçbir şey belli etmiyorum. Ona bu zevki tattırmam.

    Başımla T.F.’yi işaret ederek “Senden bir rica,” diyorum, “Önce şunu gebert.”

    Gangplank gülüyor.

    Mürettebattan birine bakıyor. Adam geminin çanını öttürmeye başlıyor. Çınlamaya, limandaki düzinelerce gemiden karşılık geliyor. Şangırtıları duyan dükkâncılar, sarhoşlar, denizciler sokaklara dökülmeye başlıyor. Seyirci de istiyor soysuz.

    “Bilgewater seyretmeye geldi gençler,” diyor Gangplank. “Gösterin bakalım marifetlerinizi. Ecelin Kızı’nı getirin!”

    Tezahüratlar yükseliyor, güverte tahtaları yere vurulan ayaklardan gümbür gümbür ötüyor. Eski bir topu iterek getiriyorlar. Eskilikten yemyeşil pas bağlamış, ama güzelliği hala belli.

    Gözümün ucuyla T.F.’ye bakıyorum. Başı eğik, hiç sesi çıkmıyor. Tüm kartlarını almışlar… hatta oradakini bile. O dandik züppe şapkasını dahi bırakmamışlar - kalabalığın arasından kanı bozuğun biri kafasına geçirmiş.

    T.F.’yi bunca yıldır tanırım, hep bir kaçış planı olur. Şimdi yok ve o kadar yenik görünüyor ki.

    Oh olsun.

    “Bunların hepsini hak ettin it herif,” diye çemkiriyorum.

    Bana pis pis bakıyor. Daha canı var.

    “Olanlardan ben de gurur duymuyorum-”

    “Beni hapislerde çürüttün be!” diye lafını kesiyorum.

    “Bütün ekip benimle beraber seni kurtarmaya çalıştı! Seni kurtarmaya çalışırken öldüler!” diye bağırıyor bana. “Kolt öldü, Wallach öldü, Duvar öldü; o inatçı kıçını hapishaneden kurtaracağız diye hepsi ölüp gitti.”

    “Sen pek güzel kurtulmuşsun ama,” diye karşılık veriyorum. “Neden biliyor musun? Çünkü ne kadar konuşursan konuş, ne dersen de, ödleğin tekisin.”

    Söylediklerim içine yumruk gibi oturuyor. Tartışmıyor. İçinde yanan ufacık mücadele alevi de sönüyor. Omuzları düşüyor. Tükendi.

    T.F.’nin bile bu kadar iyi rol kesebileceğini sanmıyorum. Benim de öfkem diniyor.

    Birden üstüme bitkinlik çöküyor. Ne kadar yorgunum, ne kadar yaşlıyım.

    “İşler zıvanadan çıkmıştı. Belki ikimizde de kabahat vardı,” diyor. “Yalan söylemedim ama. Seni kurtarmaya çalıştık. Aman, neyse ne. Hiçbir dediğime inanmayacaksın zaten.”

    Söylediklerini tam anlamıyla idrak etmem birkaç saniye sürüyor. Ona inandığımı fark etmem, daha da uzun sürüyor.

    Haklılığına lanet olsun ki haklı.

    Her şeyi kendi istediğim gibi yaparım ben. Hep öyle yaptım. Çok ileri gittiğimde, arkamı T.F. kolladı. Kaçış planını hep o yapardı.

    Ama o gün onu dinlemedim. Sonra zaten hiç dinlemedim.

    Şimdi, ikimizi de canımızdan ediyorum işte.

    Birden, bizi çekip yerden kaldırıyorlar, topa doğru sürüklemeye başlıyorlar. Gangplank topun ağzını, cins bir tazıyı sever gibi okşuyor.

    “Ecelin Kızı bana iyi hizmet etti,” diyor. “Cenazesini usulünce kaldıracak bir fırsat bekliyordum.”

    Kalın bir zincir getiriliyor, tayfalar zinciri topa dolamaya başlıyor. Şimdi işin rengi anlaşıldı.

    T.F.’yle beni sırt sırta getirip aynı zinciri bacaklarımıza doluyorlar, kelepçelerimizden geçiriyorlar, asma kilitle kapatıp kilitliyorlar.

    Küpeşteye açılmış bir yolcu kapısı kayarak açılıyor, açıklığa eski topu yerleştiriyorlar. Gangplank şovunu, Bilgewater’ın rıhtım ve iskelelerine üşüşmüş kalabalığa yapacak.

    Çizmesinin topuğunu namluya yaslıyor.

    T.F. omzunun üstünden bana “Seni de kendimi de buradan kaçıramam,” diyor. “Zaten bir gün sebebim olacağını biliyordum.”

    Bunu duyunca ister istemez gülüyorum. Gülmeyeli uzun zaman olmuş.

    Bizi mezbahaya koyun sürer gibi geminin kenarına sürüyorlar.

    Eh, benim hikâyem de buraya kadarmış. Bir süre işlerim hakikaten tıkırında gitti. Ama şans bu, bir yerde tükenir.

    Ne yapabileceğim, ancak o an aklıma geliyor.

    Kelepçelerimi zorlayarak, dikkatle arka cebime uzanıyorum. T.F.’nin ambarda düşürdüğü kart cebimde. Soysuzu yakalayınca gırtlağına tıkarım diye almıştım.

    T.F.’nin her yerinde kart aradılar ama… bende aramadılar ki!

    T.F.’yi dürtüyorum. Sırt sırta zincirli olduğumuzdan, kartı göstermeden uzatmak kolay. Alırken tereddüt ettiğini hissediyorum.

    Gangplank bize bakarak “Adaklarımız pek kaliteli olmayacak ama, idare edecek artık,” diyor. “Sakallı Kadın’a selamımı söylersiniz.”

    Kalabalığa el sallayan Gangplank, topu ayağıyla itip deviriyor. Ecelin Kızı dibi görünmeyen suya şap diye düşüp hızla batmaya başlıyor. Güvertede yığılı zincir ardından hızla çözülüyor.

    Ölümün tam eşiğindeyken, T.F.’nin beni kurtarmak için elinden gelen her şeyi yapmış olduğuna inanıyorum. Beraber yaptığımız her işte olduğu gibi. Ama bu seferlik, kaçış planı bende. Onun için en azından bu kadarını yapabilirim.

    “Kaybol buradan.”

    Bildik hareketine başlıyor, kartı parmaklarının arasında çeviriyor. Güç etrafında yoğunlaşırken, başımın arkasında rahatsız edici bir baskı oluyor. Numarasını yaparken yanında durmayı hiçbir zaman sevmedim.

    Sonra, yok oluyor.

    T.F.’yi tutan zincirler şangırdayarak güverteye düşüyor, kalabalık bağrışıyor. Benim zincirlerim hala sımsıkı kilitli. Buradan kaçışım olmayacak, ama Gangplank’in suratındaki ifadeyi görmeye değdi.

    Topun zinciri beni çekip yere düşürüyor. Güverteye öyle sert çarpıyorum ki, acıdan inliyorum. Bir anda geminin kenarını aşıp aşağı düşüyorum.

    Soğuk suya çarpınca nefesim kesiliyor.

    Sonra karanlık derinliklere batıyorum.

    III. BÖLÜM – İKİNCİ KISIM
    III. BÖLÜM – İKİNCİ KISIM
    BATARKEN, KARANLIKLA MÜCADELE, HUZUR

    Malcolm’un elime tutuşturduğu kartla kolayca rıhtıma dönebilirdim. Karaya çok yakınız. Sonra o koskoca kalabalığın arasına karışıp yok olurdum. Bu tanrıların unuttuğu adadan bir saat içinde ayrılabilirdim. Bu sefer, kimse beni bulamazdı.

    Ama Graves’in öfkeli suratının sulara gömülüşü gözümün önünden gitmiyor.

    Hay suratına…

    Onu geride bırakamam, hele son seferden sonra. Kaçarı yok. Nereye gitmem gerektiğini biliyorum.

    Basınç artıyor ve kayıyorum.

    Bir anda, Gangplank’in arkasında beliriyorum. Hamlemi yapmaya hazırım.

    Adamlarından biri beni fark ediyor. Şaşkın görünüyor; oraya nasıl gittiğimi anlamaya çalışıyor gibi. O düşünürken, ben suratının ortası budur diye yumruğu yerleştiriyorum. Çok şaşıran bir grup tayfanın arasına devriliyor. Hepsi palalarını çekip üstüme atılıyorlar. Saldırıyı Gangplank yönetiyor ve sürekli şah damarıma çalışıyor.

    Ama onlardan hızlıyım. Çevik bir hareketle keskin çelik ağızların altından kayarak geçip Gangplank’in nadide gümüş hançerini belinden kapıyorum. Arkamdan edilen küfürler, geminin tahtalarını bile utandırıyor.

    Hançeri pantolonumun beline sıkıştırıp küpeşteye çıkıyorum. Hızla suya dalmakta olan zincire uzanıp, denize düşmeden önce son halkasını yakalıyorum.

    Zincir o hızla beni de gemiden düşürürken, yediğim halt kafama dank ediyor.

    Suya hızla yaklaşıyorum. Geçmek bilmeyen bir an boyunca, varlığımın her zerresiyle o zinciri bırakmak istiyorum. Nehir göçebesi olup yüzme bilmemek hayat boyu utancım oldu. Şimdi de ölümüme sebep olacak.

    Son kez derin bir nefes alıyorum. Sonra omzuma bir tüfek saçması saplanıyor. Acıyla bağırırken tüm nefesimi verip, suyun altına sürükleniyorum.

    Boğucu maviliğe dalarken buz gibi su yüzüme şamar gibi çarpıyor.

    Kâbuslarım gerçek oldu.

    İçim panikle doluyor. Bastırmaya çalışıyorum. Beceremiyorum. Yukarıda, suya ateş açmaya devam ediyorlar. Ben hâlâ batıyorum.

    Köpekbalıkları ve cinbalıkları etrafımızda daireler çiziyor. Kanın tadını alıyorlar. Dibe batarken, arkamdan geliyorlar.

    Dehşet her yerde. Acı kalmadı. Kalbim kulaklarımı delecek. Göğsüm yanıyor. Su yutmamalıyım. Karanlığa gömülüyorum. Çok derine inmiş. Geri çıkamayacağım. Farkındayım.

    Ama belki Malcolm’ı kurtarabilirim.

    Aşağıdan boğuk bir gümleme geliyor, zincir salınmaya başlıyor. Top dibe oturdu.

    Zincire tutunarak gölgelere dalıyorum. Altımda bir karaltı var. Graves sanırım. Kendimi deli gibi ona doğru çekiyorum.

    Bir anda önüme çıkıyor, ama yüzünü zar zor seçiyorum. Galiba geldiğime kızmış, öfkeyle başını iki yana sallıyor.

    Halim kalmadı. Kolum uyuştu, kafatasım patlayacak gibi.

    Zinciri bırakıp, belimden hançeri çekiyorum. Elim titriyor.

    Karanlıkta el yordamıyla uğraşıyorum. Artık hangi mucizenin eseriyse, Graves’in kelepçesindeki kilidi buluyorum. Daha önce binlerce kilidi açtığım gibi bunu da kurcalayarak açmaya çalışıyorum. Ama ellerim sürekli titriyor.

    Artık Graves bile korkuyordur herhalde. Ciğerlerinde hava kalmamıştır. Kilit açılmıyor.

    Malcolm olsa ne yapardı?

    İnce işle uğraşmaz, güç kullanırdı. Kilidi kanırtıyorum.

    Bir şey gevşiyor. Galiba elim kesildi. Hançer düşüyor. Derinlere doğru batıyor, batıyor… Parlıyor sanki?

    Yukarıda, tepemde kızıllıklar, turuncu ışıklar, her yerde. Çok güzel. Demek ölüm böyle bir şey.

    Gülüyorum.

    Ciğerlerime su doluyor.

    Huzurluyum.

    III. BÖLÜM – ÜÇÜNCÜ KISIM
    III. BÖLÜM – ÜÇÜNCÜ KISIM
    YANGIN VE TALAN, BİR DEVRİN SONU, KÖTÜLÜĞÜN FİLİZLERİ

    Miss Fortune, gemisi Siren’in güvertesinden karşı kıyıda kalan limana bakıyordu. Temelini attığı yıkımın ne kadar yayıldığını seyrederken, gözlerinde alevlerin yansımaları oynaşıyordu.

    Gangplank’in gemisinden geriye sadece yanan bir enkaz kalmıştı. Tayfa patlamada ölmüş, kargaşada boğulmuş ya da leşlere üşüşen ustura balıkları tarafından parçalanmıştı.

    Şahane olmuştu. Koskoca bir ateş topu, şehri ikinci bir güneş gibi aydınlatmıştı.

    Olanları şehrin yarısı görmüştü; Gangplank onları bizzat sokağa dökmüştü. Sarah, öyle yapacağından emindi zaten. Herkese onunla neden zıt gitmemeleri gerektiğini hatırlatmalıydı. Gangplank için insanlar, kontrolü elinde tutmak için kullandığı araçlardan ibaretti. O da bunu, korsanı öldürmek için kullanmıştı.

    Liman şehrinde bağırışlar ve çan sesleri yankılanıyordu. Haber yaz yangını gibi yayılacaktı.

    Gangplank ölmüş.

    Yüzüne bir gülümseme yayıldı.

    Bu gece, oyunun sadece son perdesiydi: T.F.’yi tutmak, Graves’in kulağına kar suyu kaçırmak – bunların hepsini Gangplank’in dikkatini dağıtmak için yapmıştı. Öcünü almak için yıllarca uğraşmıştı.

    Gülümsemesi soldu.

    Suratını kırmızı bandanayla örtmüş Gangplank’in, annesinin atölyesine girdiği andan itibaren kendini bu an için hazırlıyordu.

    Sarah annesini de, babasını da o gün kaybetmişti. Henüz çocuk olmasına rağmen Sarah’yı da, üstelik ailesi gözünün önünde can çekişirken vurmuştu.

    Gangplank ona acı bir ders vermişti: kendini ne kadar güvende hissedersen hisset, tüm dünyan – çalışıp kurduğun her şey, sevdiğin her şey, bir anda başına yıkılabilir.

    Gangplank’in tek hatası, Sarah’yı öldürdüğünden kesinlikle emin olmadan gitmek olmuştu. Yalnız geçirdiği, soğuk, acı dolu o ilk gecede ve hayatının sonraki tüm gecelerinde onu hayatta tutan isyanı ve nefreti olmuştu.

    Tam 15 yıl boyunca gereken her şeyi dişiyle tırnağıyla uğraşarak bir araya getirmiş; Gangplank’te varlığının hatırası bile kalmayana kadar beklemiş, gardını düşürmesini beklemiş, çalıp çırptıklarıyla kurduğu hayata rahatça yerleşmesini beklemişti. Ancak o zaman gerçekten her şeyini kaybetmiş olabilecekti. Ancak o zaman yuvasının, dünyasının yıkılmasının ne demek olduğunu hissedebilecekti.

    Aslında sevinçten bayram etmesi gerekirdi. Ama hiçbir şey hissetmiyordu.

    Geminin ön tarafında durduğu yere gelen Rafen, Sarah’yı daldığı düşüncelerden çıkardı.

    “Geberdi,” dedi “Bitti bu iş.”

    “Hayır,” dedi Miss Fortune. “Daha bitmedi.”

    Bakışlarını limandan Bilgewater’a çevirdi. Sarah Gangplank’i öldürmenin içindeki nefreti yatıştıracağını ummuştu ama aksine, nefret daha da alevlenmişti. O günden beri ilk defa, kendini güçlü hissediyordu.

    “Bu daha başlangıç,” dedi. “Ona sadakat gösteren herkesin hesap vermesini istiyorum. Sağ kolu olan heriflerin kafalarını duvarıma süs diye asmak istiyorum. Üstüne simgesini kazıdığı tüm hanların, barların, ambarların yakılmasını istiyorum. Onun leşini istiyorum.”

    Rafen sarsılmıştı. Daha önce böyle sözler işitmişti, ama onun ağzından hiç duymamıştı.

    III. BÖLÜM – DÖRDÜNCÜ KISIM
    III. BÖLÜM – DÖRDÜNCÜ KISIM
    KIZIL GÖKLER, BALIKLARA YEM, BARIŞMA

    Nasıl öleceğim diye düşündüğüm olurdu elbet. Ama köpek gibi zincirlenip okyanusun dibine atılacağım aklımdan bile geçmemişti. Neyse ki T.F., hançeri düşürmeden önce kelepçemin kilidini kırmayı başardı.

    Zincirlerden debelenerek kurtuldum. Nefes almak istiyorum. T.F.’ye döndüm. Kımıldamıyor yufka yürekli kafasız. Yakasına yapışıp, yüzeye doğru ayak çırpmaya başlıyorum.

    Biz yüzerken, birden her şey kıpkırmızı parlıyor.

    Şok dalgasını yediğim gibi alabora oluyorum. Yanımıza yöremize demir parçaları yağıyor. Bir top dibimize düşüp batmaya başlıyor. Sonra yanmış bir dümen parçası düşüyor. Cesetler de geliyor. Dövme kaplı bir surat, yanımdan geçerken bir an şaşkınlıkla bana bakıyor. Sonra kopuk kelle, yavaş yavaş derinlere batmaya devam ediyor.

    Daha hızlı yüzüyorum. Ciğerlerim patlayacak.

    Neredeyse bin yıl falan sonra kendimi yüzeyde buluyorum. Ama soluk alınacak gibi değil. Duman boğazımı haşat ediyor, gözlerimi yakıyor. Çok yangın gördüm ama böylesini hiç görmemiştim. Sanki biri bütün dünyayı ateşe vermiş.

    “Vay anasını…” diye söyleniyorum.

    Gangplank’in gemisi yok olmuş. Körfezin her yerine dumanı tüten enkaz parçaları yayılmış. Kırık, yanık tahta adacıkları tıslaya tıslaya batıyor. Tam önümüze yanan bir yelken düşünce, T.F.’yle yine denizin dibine sürüklenmemize ramak kalıyor. Yanmakta olan adamlar, kömürleşmiş enkaz parçalarından suya atlayarak kendi çığlıklarını susturuyor. Etrafı kıyamet kokusu sarmış - kükürt, kül, yanık saç, eriyen et. Ölüm.

    T.F.’yi kolluyorum. Onu suyun yüzeyinde tutmaya uğraşıyorum. Göründüğünden çok daha ağırmış şerefsiz herif; zaten kaburgalarımın yarısı kırık. Yakınımızda, suyun yüzünde, geminin gövdesinden kopmuş yanık bir parça var. Sağlam görünüyor. Önce onu üstüne çıkarıyorum, sonra ben çıkıyorum. Amiral gemisi değil tabii ama iş görür.

    T.F.’ye ilk defa dikkatli bakıyorum. Nefes almıyor. İki yumruğumla birden göğsüne abanıyorum. Tam artık göğüs kafesini kıracağımdan korkarken, öksüre öksüre bir ciğer dolusu deniz suyu çıkarıyor. O yavaştan kendine gelirken, ben çöküp oturuyorum. Başımı sallıyorum.

    “Ne halt etmeye döndün geri zekâlı!”

    Konuşabilmek için bir an bekliyor.

    “Bir kere de senin yöntemini denedim,” diye mırıldanıyor. Konuşurken ağzı kayıyor. “Her aklıma geleni yapacağım diye tutturmak nasıl oluyormuş göreyim dedim.” Biraz daha su çıkarıyor. “Berbatmış.”

    Ustura balıkları ve onlardan daha da berbat türlü deniz mahlûkatı etrafımızı sarmaya başlıyor. Canımı yeni kurtarmışken, balık yemi olmaya niyetim yok. Ayaklarımı topluyorum.

    Yaralı bir tayfa suyun yüzüne çıkıp salımıza tutunmaya çalışıyor. Postalımı suratına yapıştırıp suya geri atıyorum. Boğazına kalın bir dokunaç sarılıyor, onu suyun altına geri çekiyor. İyi, balıklara oyalanacak bir şey çıktı.

    Taze et bitip deniz mahlûkları bize üşüşmeden, kerestelerden bir parça kırıp onunla salımızı ilerletmeye başlıyorum.

    Saatler boyu suyla cebelleşiyorum; ya da saatler geçmiş gibi geliyor. Kollarımda derman kalmadı, çok ağrıyorlar ama duracak kadar akılsız değilim. Mahşer yeriyle aramızı epey bir açmayı başarınca, sırtüstü seriliyorum.

    Atılmış fişek gibi bitiğim. Körfezi gözlüyorum. Su, Gangplank’le tayfasının kanından kızıla boyanmış. Görünürde sağ kalmış tek kişi bile yok.

    Ben nasıl postu kaybetmedim? Belki Runeterra’nın en talihli herifiyim. Ya da T.F.’de ikimize de yetecek kadar şans var.

    Yanımızda bir ceset yüzüyor, elinde de gözüme hiç yabancı gelmeyen bir şey var. Gangplank’in o kanı bozuk tayfasının leşi. Hala T.F.’nin şapkasını tutuyor. Ondan alıp T.F.’ye atıyorum. Şaşırmıyor bile, gören geri alacağını zaten biliyormuş sanır.

    “Şimdi sıra senin tüfeği bulmakta,” diyor.

    Suyu gösterip, “Ha oraya geri dalacan yani?” diyorum

    T.F.’nin suratı basbayağı yeşeriyor.

    “Vakit yok, vakit. Bunu kim yaptıysa, Bilgewater’ı başsız bıraktı,” diyorum. “Burada işler öyle hızlı boka saracak ki.”

    “Tüfeğim olmadan da yaşarım mı diyorsun?” diye soruyor.

    “Belki yaşayamam,” diyorum, “Ama Piltover’lı bir silahçı tanıdığım var, çok kral iş yapar.”

    “Piltover…” deyip düşüncelere dalıyor.

    “Son zamanlarda oraya akan paranın haddi hesabı yok,” diyorum

    T.F. bir süre çok ciddi düşünüyor.

    Sonunda “Hmm, ama seninle yine ortak olunur mu bilemiyorum,” diyor. “Kafan daha da kalınlaşmış.”

    “Bir şey olmaz. Ben de Twisted Fate diye bir ortak ister miyim bilemiyorum. Nerenden uydurdun o ismi?”

    “Asıl ismimden daha iyidir be ya,” deyip gülüyor T.F.

    “Haksız değilsin,” diyorum.

    Sırıtıyorum. Eski günlere döndük sanki. Sonra suratım iyice asılıyor, dönüp gözlerinin içine bakıyorum.

    “Yalnız, sakın ha bir daha beni elimde ganimet çuvalıyla dımdızlak bırakma. Nedenmiş, ne olmuş dinlemem; kafanı bir atışta uçuruveririm.”

    Kahkahası sessizleşiyor. Bir anlığına, o da bana aynı bakışla karşılık veriyor. Bir an sonraysa, gülümseyiveriyor.

    “Anlaştık.”



    4.Bölüm ve Son






    Son Söz
    KAOS, BİTİK ADAM, YENİ AMAÇ

    Bilgewater kendi kendini yiyordu. Sokaklarda yaralıların ve can çekişenlerin haykırışları yankılanıyordu. Gecekondu mahallelerinde çıkan yangınlar, şehre kül yağdırıyordu. Emir komuta diye bir şey kalmamış, tek bir adamın düşüşüyle boşalan yeri doldurmak için tüm çeteler birbirinin gırtlağına sarılmıştı. İki basit sözcükle dört başı mamur bir savaş başlayıvermişti: Gangplank ölmüş.

    Yılların hasıraltı edilmiş dizginsiz hırsları, önemsiz garazları birden gün yüzüne çıkmıştı.

    Limanda bir grup balina avcısı, rakip bir avcıyı kovalıyordu. Adamı zıpkınlarıyla delik deşik edip, cesedini uzun bir oltanın ucuna astılar.

    Adanın en yüksek tepesinde, Bilgewater kurulduğundan beri şehrin üstünde yükselmekte olan süslü kapılar zorlana zorlana kırılmıştı. Korkudan ciyak ciyak bağırarak yalvaran bir çete reisini rakibi yatağından sürükleyip çıkarmıştı. Kafatası, evinin önündeki el yapımı mermer merdivenlerde parçalanınca, ciyaklamalar da kesildi.

    Rıhtımda, kaçmakta olan bir Kırmızı Kasket üyesi, kafasındaki yaraya bastırmış, kanamasını durdurmaya çalışıyordu. Omzunun üzerinden arkasına baktı ama peşinde kimseyi göremedi. Paslı Kancalar, Kasketlere düşman kesilmişti. Gizli buluşma yerine ulaşıp çetesini uyarması gerekiyordu.

    Köşeyi dönerken, bir yandan da kardeşlerini bağıra bağıra silahlanıp ona katılmaya çağırıyordu. Ama birden kan dökme hevesi kursağında kaldı. Kırmızı Kasketlerin ininin önünde, bir alay Kanca vardı. Kılıçlarından kan ve et parçaları damlıyordu. Başlarında duran ve tam bir adam denemeyecek kadar zayıf adamın çiçek bozuğu yüzü, acımasız bir gülümsemeyle kırıştı.

    Kırmızı Kasket, ancak son bir küfür daha edecek kadar yaşadı.

    Körfezin öbür ucunda, sessiz bir ara sokakta, bir hekim mesleğini icra etmeye çalışıyordu. Kendisine verilen altın hizmetlerini karşılamaya da, çenesini kapalı tutmaya da yeterdi.

    Hastasının ıslak paltosunu, etleri dökülen kolundan çıkarmak yarım saatini almıştı. Doktor daha önce çok ağır yaralanmalarla karşılamıştı, ama bu paramparça olmuş kolun hali onun bile midesini kaldırmıştı. Bir an durakladı, söyleyeceklerine göreceği karşılıktan korkuyordu.

    “Çok… çok özür dilerim. Kolunuzu kesmek zorundayım.”

    Haşat olmuş, kanlar içindeki adam; mum ışığıyla aydınlanan odanın gölgeleri arasında önce kendini toparladı, sonra ağır ağır ayaklandı. Yaralanmamış olan eli şaklayan bir kırbaç gibi hızla uzanıp doktorun boğazına yapıştı. Onu yerden yavaşça, dikkatle kaldırıp duvara mıhladı.

    Geçmek bilmeyen korkunç bir an boyunca hareketsiz durup, pençesindeki doktoru inceledi. Sonra birden onu yere bıraktı.

    Acı ve panikten kafası karışan doktor ciğerleri parçalanırcasına öksürürken, gölgeler içindeki iri vücut odanın arka tarafına yöneldi. Cerrahın lambasının ışığı altından geçip, yıpranmış bir dolabın en üst çekmecesine uzandı. Tüm çekmeceleri tek tek açıp içlerini araştırdı. Sonunda durakladı.

    Paralanmış koluna bakarak “Her şey bir işe yaramalı,” dedi.

    Mahfaza içinden çıkardığı bir aleti doktorun önüne attı. Lambanın ışığı, kemik testeresinin tertemiz çelik ağzında parladı.

    “Kes de gideyim,” dedi adam. “Yapacak işlerim var.”



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi calibrane -- 3 Ağustos 2015; 10:19:41 >







  • Aynısı sitede de var niye burdan okuyalım. Hem müzikli

    < Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >
  • Bilgewater hikayesinde MF yok sacmaliga bak. Heroyu batirdigin yetmedi hikayeye bile koymuyosun Riot

    < Bu ileti mini sürüm kullanılarak atıldı >
  • A Twist of Fate A kullanıcısına yanıt
    Oradan oku o zaman burada adama laf atma
  • Requiem for a Dream kullanıcısına yanıt
    2 bölüm daha var

    < Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >
  • quote:

    Orijinalden alıntı: Avenged Sevenfold.

    Oradan oku o zaman burada adama laf atma

    premade girmişler kaçın
  • okumayin okyanus seytani

    < Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >
  • durumumuz yoktu
  • Hepsini okudumda tf valoranlımıydı graves tf diyene kadar ben bu quinndir dedim tel bildiğim valoranlı

    < Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >
  • güncelleyebilir misin? @calibrane

    < Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >
  • quote:

    Orijinalden alıntı: rdmbkmzc

    güncelleyebilir misin? @calibrane

    editledim
  • quote:

    Orijinalden alıntı: calibrane

    quote:

    Orijinalden alıntı: rdmbkmzc

    güncelleyebilir misin? @calibrane

    editledim

    teşekkür ederim

    < Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >
  • son bölüm editlendi.
  • 
Sayfa: 1
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.