Şimdi Ara

Cesaret Çağı - Fantastik Hikaye

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
2
Cevap
0
Favori
213
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: 1
Giriş
Mesaj
  • "Lekelenmiş Eski Tanrı'nın çağrısında bizlere katılın kardeşlerim. Bizlere uyumadan nöbet tuttuğumuz gölgelerde katılın. Tahammül edilemez acılarla yerine getirdiğimiz asla bitmeyecek görevimizde bize katılın. Şayet bu şanlı yolumuzda bizlere eşlik ederken düşerseniz, fedakarlığınızın asla unutulmayacağına ve bir gün Yaratıcı'nın yanındaki sizlerin arasına katılacağımızı emin olun. Daha büyük bir iyilik adına kendinizi karanlık lekenin kollarına bırakmaya hazır olun."


    Işığın yokluğunda gölgeler büyür…


    Amaranthine adlı diyarın topraklarının eteklerinde küçük bir çiftlikte yaşayan, çok özel bir kızın etrafında şekillenecek destansı bir fantastik hikâye.


    Ağabeyi ve babası tarafından hiç sevgi görmemiş, annesini ise doğar doğmaz kaybetmiş olan Bertha nefret dolu bir çocukluk geçirir.


    Kendisini her zaman ailesinden daha farklı biri olduğunu hisseder. Bir gün büyük bir Gri Muhafız savaşçısı olup komutanın adamlarına katılmayı ve Derin Yollarda ki kara nesil ordularından Thedas’ı korumayı düşler.


    Fakat babası tarafından Gri Muhafızlara katılması yasaklanıyor. Ama Bertha asla hayırı cevap olarak kabul eden bir insan değildir. Tek başına yollara koyuluyor. O şehirdeki büyük turnuvaya katılmaya ve ciddiye alınmaya kararlıydı.


    Ancak çıktığı bu yolda onu hiç beklemediği şeyler bulacaktır. Soyluların aile dramları, iktidar savaşları, ihtirasları, aşk, entrika, kıskançlık, şiddet ve ihanetler ile uğraşmak zorunda kalacak. Ayrıca kendisinin de bilmediği gizemli özel bir kaderi olduğunu keşfedecek.


    Bertha tehlikelere atılıp, tüm engellere rağmen olmak için can attığı Gri Muhafızlık için çabalarken öldü bildiği annesinden haber alıyor ve kendi hakkında bildiği her şeyin sadece bir yalandan ibaret olduğunu öğreniyor.


    Sizleri güçlü bir kızın yaşayarak anlatacağı üzgün ama şanlı bir hikaye bekliyor.


    “Savaşta, zafer. Barış içinde, tedbir. Ölüm de fedakârlık.”


    -Gri Muhafız Sloganı



    Tarih: 9:33 Ejderha Yılı…


    Thedas’ın güneydoğu krallığı olan Ferelden’in kuzeydoğusu kıyısı boyunca uzanan Amaranthine arlığı topraklarındaki yüksek bir tepenin üzerinde duruyordum. Bakışımı kuzeye çevirmiş ve yeni doğan güneşi izliyordum.


    İnişli çıkışlı sanki bir Bronto’nun sırtını andıran vadiler ve tepeler, gözün alabildiğince uzanıyordu önümde. Bronto, çoğunlukla yer altında yaşayan devasa boynuzları olan güçlü hayvanlar. Cüceler tarafından yönetilirler.


    Güneşin koyu turuncu ışınları sabah sisinin içinden parıldayarak, etrafa ruh halime uyum sağlayan büyülü bir hava veriyordu. Normalde ne bu kadar erken kalkarım, ne de babamın öfkesini üzerime çekeceği için evimden bu kadar uzaklaşıp, bunca yükseklere tırmanırdım.


    Ancak bugün bunu içimden artık umursamak gelmiyordu. Özellikle bugün, beni yirmi bir yıldan beri baskı altında tutan onlarca kural ve görevi yok saymaya hazırdım. Sebebini bilmediğim bir şekilde bugün, diğerlerinden farklı hissediyordum. Sanki kaderimin çizileceği gün, bugün gibiydi.


    Benim adım Bertha. İki çocuktan en küçüğü ve kız olanı, ayrıca babamın gözdesi arasında en son sırayı alan kişi, bugün nedense uzun yıllardır yaşamadığım kadar çok heyecanlıydım. Tüm gece gözüme uyku girmemişti.


    Uykulu gözlerimle sürekli yatakta dönüp durmuş ve bir an önce güneşin doğmasını beklemiştim. Bugün özel bir şey yaşanacağını hissediyordum. Sanki elime hayatımı değiştirebilmem için geçecek ilk ve son fırsatım olacaktı.


    Sonsuza dek bu çiftlikte mahsur kalarak ömrümün geri kalanı boyunca huysuz yaşlı babamla ve aptal ağabeyimle ilgilenmek zorunda kalmayı düşünmeye bile tahammül edemiyordum. Hayatım boyunca sadece tek bir şeyin hayalini kurmuştum o da: Gri Muhafızlara katılabilmek. Benim için yaşamın tek amacı buydu. Sizlere izin verirseniz hayranı olduğum bu savaşçılardan biraz bahsetmek istiyorum.


    Gri Muhafızlar, Thedas’ın tümünde Yıkım’ın lideri olan Baş iblisleri ve onun kara nesil ordularıyla savaşmaya adanmış olağanüstü yeteneklere sahip savaşçılardan oluşan antik bir düzen. Ana karargâhları Anderfels’in güneyinde bulunan Weisshaupt Kalesi’dir, fakat diğer birçok ülkede de askeri varlıklarını sürdürmektedirler.


    Beşinci Yıkım’ın bitiminde eski arlımız Rendon Howe’un hain olduğu ortaya çıkmış ve infaz edilmiştir. Ardından Amaranthine toprakları ise Ferelden Monarşisi tarafından büyük hizmetlerinden ötürü bir ödül olarak Gri Muhafızlara verilmiştir. Ayrıca tüm yönetim hakları hükümlerinden sıyrılmıştır.


    Gri Muhafızlar, kişiyi karakter, yetenek veya beceri bakımından değerli bulursa, ırksal, sosyal, ulusal ve hatta suçlu bir geçmişi olsa bile göz ardı ettikleri herkesçe bilinen bir gerçektir. Küçük sayılarına rağmen, Gri Muhafızlar, şu ana kadar yenilen her bir Yıkım’da büyük etkileri olmuştur ve bu nedenle, yüzlerce yıl boyunca dünyanın bir bütün olarak ayakta kalması için yaptıkları faaliyetler insanlık için hayati önem taşımaya devam etti.


    Gri Muhafızlar eyaletleri inceleyerek, seçkin ordularına halktan ya da soylular arasından bile katılmaya gönüllü olanları ya da büyük özenle kendi seçtikleri kişiler için gezerler. Bir Gri Muhafız komutanı statü gözetmeksizin istekleri dışındaki kişilerinde gruplarına katılmaya zorlayabilirler. Yine de bu olumsuz tepki çekeceğinden pek tercih etmezler.


    Fakat bu olay, nadiren gerçekleşiyordu. Çünkü bir muhafız kolay seçilmiyordu. Buna layık görülenler kaliteli zırhlar ve iyi dövülmüş silahlarla donatılırlar. Ancak komutan tarafından katılımcılar onaylansa bile hala gerçek bir Gri Muhafız sayılmazlar.


    Bunu Gri Muhafızlara katılmaya giden herkes maalesef bilmez. Öncelikle gizemli bir iştirak ayinine sokulur katılanlar. Bu sınav bir Gri Muhafız ve bir Gri Muhafız Komutanı gözetiminde yapılır. Seremoni sırasında kişi veya kişilere bir kâse dolusu kara nesil kanı içmesi gerektiği söylenir. Ancak bu genellikle ölümlerle sonuçlanır. İçen herkes hayatta kalmamaktadır. O ana kadar bu ödenecek bedel katılımcılardan gizlenir.


    Hayatta kalanlar ise sonsuza kadar lekelenerek değişirler. Artık yaşlanmaları durur ve çevrelerindeki kara nesil hareketlerini görmeden uzun mesafelerden hissedebilirler. Yine de otuz ya da bilemedin kırk yıl içinde vücutları içlerindeki leke yüzünden zarar görür ve kaçınılmaz sonlarıyla yüzleşerek ölürler.


    Bu efsanevi grup hakkında tüm bunları nasıl bildiğime aranızda şaşıranlar olabilir, sanırım hayatım boyunca yakaladığım her fırsatta bu konularla alakalı çok fazla kitap okuyup araştırma yaptığım içindi. Gri Muhafızları tanımak benim hayata olan bakış açımı değiştirdi ve belki de onlara olan sevgim sayesinde şu ana kadar hayata tutunabildim.


    Onlar sanki benim gerçekten hiç tanışamadığım ama uzaktan bildiğim ailem gibiydiler. Öz babam ve ağabeyimden bana daha derinden olan bağlarla yakındılar. Bir gün Yüce Yaratıcı’nın beni onlara kavuşturacağını hissediyordum. Eğer gerçekten olur da bunu başarırsam; ömrümün geri kalanında, kalbimde Yaratıcı’ya ve Gelini Andraste’ye olan inancımın gücüyle ve Gri Muhafızlara olan adanmışlıkla beraber şanlı yolumda ilerleyecektim.


    “Yaratıcı, Gri Muhafızlara üzüntüyle gülümsüyor, bu yüzden Mabet diyor ki, hiçbir fedakârlık onlarınkinden daha büyük değildir.”


    Ufku izliyordum, Gri Muhafızlardan gelecek bir hareketlilik görebilmeyi umuyordum. Çiftliğimize uzanan tek yol olan bu noktadan gelmek zorunda olduklarını biliyordum ve onları gören ilk kişi olmayı umuyordum.


    Etrafa dağılmış vahşi Halla sürüleri isyan ediyor, otlakların daha lezzetli olduğu dağın aşağısına inmek için hep beraber homurdanarak ses çıkarıyorlardı. Halla: ormanlarda yaşayan boynuzlu büyük beyaz kürklü bir geyik türüdür.


    Dalish Elfleri kültüründe zerafetin ve güzelliğin sembolü olan bu akıllı hayvanlar tarafından bile olsa, dikkatimin dağılmasını istemiyordum. Onları umursamamaya çalışıyordum. Yıllarca ev işleriyle ilgilenip, babamın ve ağabeyimin uşaklığını yapmamın dayanılabilir hale getiren tek şey, bir gün buradan ayrılacağıma dair beslediğim umuttu.


    Bir gün, Gri Muhafızlar geldiğinde, beni küçümseyen herkesi şaşırtacak ve aralarına seçilen kişi ben olacaktım. Sonra hızlı bir hareketle Gri Muhafızlara ait at arabasına atlayarak, eski olan her şeye veda edecektim. Beni hiçbir zaman ciddiye almayan babam, tabii ki beni ne Gri Muhafızlara ne de herhangi bir iş için aday olarak görmüyordu.


    Babam tüm sevgisini ve ilgisini ağabeyime ayırmıştı. Büyüğüm olan kardeşimle aramda sekiz yaş vardı. Hayatım oldukça zorlayıcı hale geldi ben daha doğar doğmaz. Ya yaşça birbirimize uzak olmamızdan ya da hiçbir ortak noktamız olmadığı için her zaman benden uzak dururdu kardeşim. Bir araya geldiğimizdeyse, küçük düşürücü sözleriyle ve hırpalayıcı hareketleriyle, bana hiç huzur vermezdi .


    Babam ise çoğu zaman varlığımdan haberdar değilmiş gibi gözükürdü. Bunun hissettiğim bir diğer sebebi ise benim doğduğum gün annemin vefat etmesiydi. Onun ölümünden hep beni sorumlu tuttuklarını düşündüm.


    Yüzüme karşı bunu itiraf etmeseler bile içlerindeki bana karşı olan nefretin kaynağının bu olduğuna neredeyse emindim. Bu yüzden hiçbir zaman doğum günü kutlamam yapılmadı. Çünkü o kötü günü hatırlatıyordu onlara.


    İşleri daha kötü bir hale sokan ise ağabeyimin benden daha uzun ve güçlü olmasıydı. Her fırsatta bunu bana fark ettirirdi. Bende çok kısa sayılmazdım ama bacaklarım, ağabeyimin devasa gövdesi karşısında titrerdi.


    Babamsa bu durumu düzeltmek bir yana, sanki bundan hoşlanıyormuş gibi görünüyordu. Ağabeyim dövüş eğitimi alırken, ben ev işleriyle ilgilenmek ve onun körelen kılıçlarını bilemem için yollanırdım.


    Babam bundan sesli olarak bahsetmese bile, hayatımın sonuna kadar burada kalıp, büyük işler başaracak ağabeyimi izlemek zorunda kalarak geçirmemi planladığı belliydi. Babamla ağabeyimin benim için gerçekleşmesini istedikleri tek dilekleri, kaderimin ailemin ihtiyaçları için bu çiftlikte unutulup gitmekten başka bir şey olmamasıydı.


    İşin garip tarafı ise, ağabeyimle babamın nedense bazen benden korktuğunu da hissediyordum. Bu durum, bana attıkları tüm bakışlarda, yaptıkları tüm hareketlerde belli oluyordu. Nedenini bilmesem bile, ağabeyim ve babamda kıskançlık veya tedirginlik gibi bir his uyandırdığımı fark etmiştim.


    Belki bunun sebebinin onlardan daha farklı olmam, onlar gibi hareket etmeyip, konuşmuyor olmamdan kaynaklanıyor olabilirdi. Onlar gibi bile giyinmem yasaktı. Babam en güzel giyecekleri mor ve kızıl cüppeleri ve en gösterişli kılıçları ağabeyim için ayırırken, ben ise sadece en ucuzundan paçavraları giyerdim ya da bunlar genellikle ağabeyimin eskittiği kıyafetler olurdu.


    Defalarca yıkamama rağmen üstlerindeki pis koku gitmezdi, yırtık pırtık delik içindeydiler. Sürekli iğneyle dikiyordum ve benim için fazla büyüktüler. O şeylerin içindeyken kendimi hiç kadın gibi hissetmiyordum. Uzun saçlarım olmasa neredeyse erkek gibiydim. Bana dayatılmış tüm bu zorluklara rağmen, elimdekilerle yapabileceğimin en iyisini yapmaktan geri durmazdım.


    Üzerime oturmayan cübbemin etrafına bir kuşak sararak, onu giyilebilir hale getirirdim. Yaz da gelmiş olduğuna göre artık cübbemin kollarını kısaltarak, hafifçe esen rüzgârların bir kıza göre yapılı duran kollarımı serinletmesine izin verebilirdim.


    Sahip olduğum tek pantolon kalitesiz keten kumaşından yapılmıştır ve ayaklarıma geçirdiğim en ucuz deriden imal edilmiş botların bağcıkları, kaval kemiğimin ardında birleşiyordu. Yani kısacası, tam bir dilenci gibi giyiniyordum.


    Fakat fiziksel özelliklerim açısından hiç de bir dilenciye benzer halim yoktu. Uzun ve hayli çeviktim. Heybetli ve asil görünümlü çenem, yüksek elmacık kemiklerim, ela renkteki gözlerim ile yanlış işe verilmiş bir savaşçıya benziyordum.


    Dalgalar halinde sırtımın hizasına inen düz kahverengi saçlarım, ışıkta parıldayan gözlerle birleşiyordu. Her gün ağabeyimin geç saatlere kadar uyumasına izin veriliyordu. Bense sabahın beşinde kaldırılarak çiftliğimizdeki hayvanlarla ilgilenmek zorunda bırakılıyorum.


    Deliksiz uyku ardından doyurucu bir yemek ziyafeti çekiyordu. Diğer taraftan ben öğlene kadar aç çalıştırılıyorum. Özellikle bugün en iyi silahlarla donatılarak babamın desteğiyle Amaranthine Şehrinde efsanevi Gri Muhafız Komutanı Ireial’ın şerefine tertiplenen büyük bir turnuvaya seçmeler için gönderilecekti.


    Haftalardır bunun için antrenmanlar yaparak hazırlanıyordu. Bana ise bunu izlemem için bile izin verilmeyecekti. Bir kere babamla bunun hakkında konuşmaya çalışmıştım. Fakat babam konuyu kesin bir dille kapattığı için, bir daha onunla böyle bir tartışmaya girmek istemedim.


    Ancak bu durumu hiç de adil bulmuyordum. Âmâ ben babamın belirlediği yazgıya karşı çıkmakta kararlıydım. Babamla yüzleşecek ve onun cevabı ne olursa olsun, mücadeleye katılmak için gidecektim ve bunu kazanarak kendimi Gri Muhafızlara tanıtacaktım.


    Babamın beni durdurmasına imkanı yoktu. Bunları düşünmek bile şimdiden midemde düğümlenmeye benzer bir his uyandırıyordu.


    “Onları koruyacaksın ama yine de fırsat bulduklarında senden nefret edecekler. Ne zaman aktif bir şekilde yüzeye sürünen bir Yıkım tehdidi yoksa insanlık sana ne kadar ihtiyaç duyduklarını unutmak için elinden geleni yapacaklar ve aslında bu bizler için iyi bir şey. Bunu yapman için seni zorlasalar bile onlardan uzak durmalıyız. Zamanı geldiğinde zor kararlar verebilmemizin tek yolu budur.”


    -Kristoff, Kutsal Çağ’da Orlais’li Gri Muhafız Komutanı İştirak Ritüeli Konuşması


    Yeni doğmaya başlayan güneş artık epeyce yükselmişti ve mor gökyüzünün üzerine nane yeşili bir katman ekliyordu. İşte tam o an ufukta beliren kafileyi tespit ettim. Dimdik ayaklarım üzerinde doğrulmuştum ve tüylerim diken dikendi.


    Ufukta silik şekilde görünen at arabalarının kaldırdığı tozlar, etrafa yayılıyordu. Seçebildiğim her yeni at arabasıyla beraber, kalbim daha hızlı atmaya başlıyordu. Bu mesafeden bile Griffon armalı koyu gökyüzü mavisi renkli at arabalarının güneşin altında parlayışını görebilmek mümkündü, tıpkı sudan fırlayan bir Muhafız Balığının asaletine sahiptiler.


    Tamı tamına altı araba saydıktan sonra artık daha fazla dayanamayacağımı fark ettim. Göğsümde hızla atan kalbimle, hayatımda ilk defa sıkıntılarımı unutarak, düşe kalka tepeden aşağı inmeye başladım. Kendimi onlara gösterene kadar durmak niyetinde değildim.


    Var gücümle tepeden aşağı inerken, ne soluklanmak için duruyor ne de vücudumu çizikler içinde bırakan dalları umursuyordum. Bir açıklığa vardığım zaman durup, önümde uzanan yaşadığım alana baktım. Uzaktan bu sessiz sakin görünen çiftliğin içinde, çatıları sazla örtülmüş, duvarları kille sıvanmış yapılar yer alıyordu.


    Evimizin bacasından çıkan dumanı görünce, ailemin çoktan uyanmış olduğunu ve kahvaltılarını hazırladıklarını anladım. Amaranthine’ın liman kentine bir buçuk günlük mesafede olan bu huzursuzlukla dolu yerleşkenin bir zamanlar amacı, olası tehlikeleri önceden tespit edebilmekti. Tıpkı bölgenin sınırlarında yer alıp, tarımla uğraşan diğer köyler veya çiftlikler gibi, burası da vatanımızın çarkında işleyen dişlilerden sadece biriydi.


    Tozu dumana katarak koşuyordum, çiftliğimize uzanan son açıklığı da hızla geçtim. Beni gören tavuk ve köpekler, dehşetle önümden çekildiler ve ardımdan ses çıkararak bağırmaya başladılar. Fakat ne bu hayvanlar ne de herhangi bir şey için yavaşlamak niyetinde değildim. Hızla evimin yolunu tutmaya devam ettim.


    Ortadan ayrılan evimizin tek odasının bir tarafında babam, diğer tarafında ağabeyim uyuyordu. Eve bitişik haldeki tavuk kümesi ise benim uyumak için kaldığım kısımdı. İlk başlarda ağabeyimle birlikte yatıyordum, fakat onun zamanla büyüyüp, kabalaşması ve babamın gözünde daha özel bir yere gelmesiyle beraber, yanlarında istenmediğimi anlamıştım.


    Başlarda buna çok bozuluyordum, ama zamanla kendime ayrılan bölümde hayvanlarla birlikte memnuniyet duymaya ve hatta ağabeyim ile babamdan uzak olduğum için keyif almaya bile başlamıştım. Zaten evin istenmeye kişisi olduğumu düşündüğümden, kümese yollanmamla beraber artık bundan iyice emin olmuştum. Hızla ön kapıdan içeri daldım, hızımı kesmeden ilerlemeyi sürdürdüm.


    “Baba!” diye bağırdım, bir yandan soluklanmaya çabalarken. “Gri Muhafızlar geliyorlar!”


    Çoktan üzerine en güzel kıyafetlerini geçirmiş olan babam ve ağabeyim, kahvaltı masasının üzerine çökmüşlerdi. Haberi alır almaz yerlerinden fırladılar. İkisi de suratıma bile bakmadan ve omuzlarını çarparak, doğru evden dışarı fırladılar.


    Peşlerinden koşuyordum, onlarla beraber ufku izlemeye başladım.


    Ağabeyim, “Ben kimseyi göremiyorum” dedi kalın sesiyle. Geniş omuzları ve kısa kesilmiş saçları olan ağabeyim, bana her zamanki gibi küçümseme dolu olan kahverengi gözlerini çevirdi.


    “Bende göremiyorum” diye onayladı babam. Şaşırmadığım şekilde her zaman yaptığı gibi onun yanını tutarak.


    Onlara, “Geliyorlar!” diye karşılık verdim. “Yemin ederim!”


    Babam bana dönerek, omuzlarımdan sertçe tuttu.


    “Geldiklerini nereden biliyorsun?” diye emreder gibi sordu.


    “Onları gördüm.”


    “Nasıl? Nereden?”


    Köşeye sıkışmıştım. Şüphesiz ki babam, onları görebileceğim tek yerin tepenin üstü olacağını çok iyi biliyordu. Bu yüzden ne cevap vermem gerektiğinden emin olamadım.


    “Ben… Tepeye tırmanmıştım-”


    “O kadar uzaklaşmaman gerektiğini biliyordun! Ayrıca bugün ağırdaki hayvanları yemleyip sulamayı da unutmuşsun.”


    “Ama bu sıradan bir gün değil ki. Onları görebilmek istiyordum. Bu benim hayalim.”


    Babam bana öfkeyle dolu bir bakış attı.


    “Derhal içeri gir ve ağabeyinin kılıçlarını getirdikten sonra, silahlarının kınını cilalamaya başla. Muhafız konvoyu geldiği zaman, oğlumu en iyi haliyle takdim edebilmek istiyorum.”


    Benimle işi biten babam, tekrar ağabeyimle beraber yolu izlemeye koyuldu.


    Ağabeyim, “Sence turnuvayı geçebilecek miyim?” diye babama sordu.


    Babam, “Bu fırsatı kaçırman senin aptallığın olur” diye cevapladı ve sonra konuşmasına devam etti:


    "Geçen birkaç yılda ellerindeki adam sayısı epey bir düştü. Hasat bu kadar kötü olmasaydı, kapıları gezerek katılımcıları toplamaya tenezzül bile etmezlerdi. Dik dur, göğüs dışarı ve kafa hafif yukarı.


    Doğrudan gözün içine bakma, fakat bakışların etrafta da dolaşmasın. Güçlü ve kendinden emin dur. Sakın ola ki herhangi bir zayıflık belirtisi gösterme. Gri Muhafızlar katılmak istiyorsan, sanki çoktan onun bir mensubuymuş gibi davranmayı unutma."


    Babamın talep ettiği pozisyonu alan kardeşim, “Emredersin, baba” dedi.


    Arkasını dönerek babam, bana ters bir bakış attı.


    “Sen neden hala buradasın?” diye sordu. “Doğru içeri!”


    İki arada kalmıştım, yerimden kıpırdayamadım. Her ne kadar babamın emirlerine karşı çıkmak istemesem bile, onunla konuşmam gerekiyordu. Ne yapmam gerektiğini düşünürken kalbim heyecandan duracak gibiydi.


    Babamın sözünü dinleyip, kılıçları getirdikten sonra içimden geçenleri onunla paylaşmanın en iyisi olacağına karar verdim. Doğrudan onun karşısına dikilmenin, işleri daha da kötü yapacağının farkındaydım.








  • 
Sayfa: 1
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.