Şimdi Ara

Cesaret Çağı - Fantastik Hikaye - 2. Bölüm

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
2
Cevap
0
Favori
192
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: 1
Giriş
Mesaj
  • “Bizler Gri Muhafızlarız! Birimiz ve hepimiz! Savaş adalet için, kalkan intikam için! Düşmanlarımızı ezmek için! Birimiz ve hepimiz!”

     

    -Gri Muhafız Şarkısı


    Eve girip ağabeyimin odasında silahın bulunduğu kısma ilerledim. Ağabeyime ait kılıca yaklaştım. Bu kılıcın gördüğüm en güzel şey olduğunu düşünürdüm her zaman. Kusursuz bir işçiliğin ürünü gümüş kabzayla taçlandırılan kılıcı ağabeyime alabilmek için babam yıllarca çalışıp durmuştu. Yerinden aldım, her zaman olduğu gibi bu sefer de ağırlığı karşısında şaşırmıştım. Kılıçla beraber evden dışarı çıktım.


    Kılıcı sahibine verdikten sonra, babama yaklaştım.


    “Cilalamadın mı?” diye sordu ağabeyim.


    Sinirlenen babam henüz ağzını açmadan, ben konuştum.


    “Baba, lütfen. Seninle konuşmam gerekiyor!”


    “Sana cilalama-”


    Öfkeli gözleri bana çevrili olan babam, meraklanmıştı. Yüzümdeki ciddi ifadeyi görünce dayanamadı ve sordu, “Evet?”.


    “Ben de ağabeyimle beraber takdim edilmek istiyorum. Gri Muhafızlara katılabilmek için.”


    Ağabeyimin yükselen kahkahası, beni utandırdı. Ancak babam gülmemişti. Bilakis, suratındaki düşünceli ifade hepten derinleşti.


    “İstediğin bu mu?” diye sordu bana.


    Hevesli şekilde kafamı salladım.


    “Yirmi bir yaşındayım. Yani katılmak için uygunum.”


    Omzunun üzerinden bana küçümseyen bir bakış atan ağabeyim “Bunun yaş ile ilgisi yok.” dedi “Ben varken, gerçekten de seni seçebileceklerini mi düşünüyorsun?”


    “Seni alacak olsalar, sanırım bir ilk olurdun. Çok küstahsın, her zaman olduğun gibi.” diye ekledi ağabeyim.


    Ona dönerek, “Sana bir şey sorduğum yok” dedim ve ardından tekrar, kaşları halen çatık olan babama döndüm.


    “Baba yalvarırım” dedim. “Bana bir şans tanı. Tüm istediğim bu. Zaman içinde kendimi kanıtlayacağım.”


    Babam olumsuz manada kafasını salladı.


    “Bak kızım, sen bir asker değilsin. Kardeşin gibi hiç değilsin. Çiftçilik bizim işimiz. Hayatın burada, benim yanı başımda geçireceksin. Sana verdiğim görevlerin hepsini hakkıyla yerine getireceksin. İnsanlar, kendilerini hayallere fazla kaptırmamalı. Yaşamını olduğu gibi kabullen ve onu sevmeyi öğren.”


    Kalbim kırılmıştı. Kurduğum tüm hayaller, gözlerimin önünde yıkılıyordu. Hayır, diye düşündüm. Bunun olmasına izin veremem.


    “Fakat baba-”


    “Sessizlik!” diye kükredi babam. “Seninle daha fazla uğraşamam. İşte, geliyorlar. Yoldan çekil ve onlar buradayken sakın yanlış bir hareket yapayım deme.”


    İlerlemeye başlayan babam, beni sanki bir eşyaymış gibi iterek, yoldan uzaklaştırdı. Babamın beni iten avucu, adeta göğsüme saplandı.


    Yaklaşan gürültüyü duyan hayvanlar fırlayarak yolun kenarından kaçışmaya başladılar. Kafilenin geldiğini haber veren büyük bir toz bulutunun ardından çiftliğe giren bir düzineye yakın at arabasından çıkan ses, adeta bir gök gürültüsü gibiydi.


    Kafile, bize yakın bir mesafede durdu. Şahlanan atlar, burunlarından soluyorlardı. Kalkan tozun içinde kalan kafileyi görmeye çalışıyor, askerlerin üzerindeki zırh ve kılıçları seçebilmeye uğraşıyordum.


    Gri Muhafızlara daha önce hiç bu kadar yaklaşmamış olduğumdan, aşırı heyecanlanmıştım. Kafilenin en önündeki askerin atından inmesi ile, hayatımda ilk defa gerçek bir Gri Muhafız İle karşı karşıya geldim.


    Gri Muhafız armalı parlayan gümüş zincir zırhı ve sırtında asılı duran uzun bir yayı, belinde de takılı çift hançeri olan bu adam, otuzlarının başlarında olmalıydı. Arkadan bağlı uzun saçı, kirli sakalı, yaralarla dolu suratı ve savaştan kırdığı burnu ile gerçek bir askerdi. Hayatımda bu kadar sağlam yapılı bir adam hiç görmemiştim. Kafiledeki herkesten daha iri ve geniş omuzları olan bu askerin suratındaki ifade, onun yetkili biri olduğunu belli ediyordu.


    Sıraya dizilmiş hazırola geçmiş bekliyorduk. Ardından adam toprak yola atladıktan sonra yanımızda ilerlemeye başlamıştı. Mahmuzları şakırdıyordu. Gri Muhafızlara katılmak demek, savaş meydanlarında geçirilecek onurlu bir yaşam, şan, şöhret, zafer ve zenginlik manasına geliyordu. Kişinin ailesini de onurlandıracak böylesi bir yaşam için atılması gereken ilk adımdı bu.


    İçi büyük turnuva için ağzına kadar katılımcılarla dolu olan geniş, at arabalarını inceliyordum, bunların fazla kişi alamayacağını biliyordum. Çünkü burası büyük bir arlıktı ve bu askerlerin daha gezmeleri gereken onlarca yer olmalıydı. Seçilme şansımın düşündüğümden bile az olduğunu fark edince, yutkundum.


    Kendi ağabeyim de dahil, diğer dövüşçüler olan tüm adayları yenmem gerekecekti ve bunu düşünmek, beni iyice kaygılandırıyordu. Sessizce bizi inceleyen askere bakıyordum, umut dolu gözlerim istemeden onunkilerle buluştuğunda nefesim, tıkanacak gibi olmuştu. Adam yavaşça ilerliyordu.


    At arabalarının pencerelerinden bize bakan kalabalığa gözüm takıldı. Her ırktan genç ya da orta yaşlı erkek ve kadınlar vardı. Her biri kendileri veya aileleri için bu turnuvaya adlarını yazdırmalarına rağmen, içten içe yaşadıkları ama Gri Muhafızlara yansıtmak istemedikleri şeyi yani tedirginliği yüzlerinden okuyabiliyordum. Pek çoğu seçilebilmek için bildiği tüm duaları içlerinden okuyor, bazıları ise korkularına teslim olup titriyordu. Aralarında çoğunun iyi bir Gri Muhafız olamayacağı baştan belliydi.


    Bu adil değildi. Çünkü bana göre, en az onlar kadar turnuvaya katılma hakkım vardı. Ağabeyimin benden sadece iri ve güçlü olması, benimde oraya çıkıp, seçilemeyeceğim anlamına gelmemeliydi. Babama karşı içim büyük bir öfkeyle doldu.


    Babama doğru yaklaşan asker, tam önümüzde durdu. Ona bakarak “Benim adım Nathaniel Howe. Yüksek kıdemli bir Gri Muhafız’ım. Burada bulunuş sebebimizi bildiğinizi farz ediyorum.” dedi. Bu muhafızı tanıyordum. Eski Arlımız rahmetli Rendon Howe’un oğluydu.


    Sonra dikkatini ağabeyimi çevirip baştan aşağı süzen adam, etkilenmiş gibiydi. Adam da oldukça uzun olduğu halde boyu ağabeyimin sadece burnuna geliyordu. Kılıcının kınını tutarak, sıkılığını görmek için yerinden çekti, ardından suratında sırıtan bir ifade belirdi.


    Ağabeyime “Henüz kılıcını hiçbir savaşta kullanmadın değil mi dostum?” diye sordu.


    Hayatımda ilk defa o an ağabeyimin endişelendiğini görmüştüm.


    Yutkunan ağabeyim, “Hayır, komutanım. Ancak onunla çok fazla idman yaptım ve umuyorum ki-”


    “Ha! Umuyormuş,”


    Kâh kayı basan asker, dönüp de diğer Gri Muhafızlara bakınca, onlar da eşlik ederek ağabeyime gülmeye başladılar.


    Utançtan suratı kızaran ağabeyimin bu hali, beni şaşırtmıştı. Çünkü genelde başkalarını utandıran kişi, hep kendisi olurdu.


    “O zaman unutturma da karanesile senden korkmaları gerektiğini söyleyeyim. Hani idmanlarda çok iyiymişsin ya!”


    Muhafızlardan oluşan güruh tekrar kahkahalara boğuldu.


    "Ardından babama dönen asker, kirli sakalını okşayarak, “Oğlunun malzemesi sağlam” dedi. “Bu işimize yarayabilir. Cüssesi uygun. Gerçi deneyimi yok ama neyse. Elemeleri geçebilmek istiyorsa, daha çok çalışması gerekecek.”


    Bir an durdu.


    “Seni koyabilecek bir yer buluruz sanırım. Biraz sıkışacaksın.”


    Kafasıyla yük arabalarından birini işaret etti.


    “Çabuk ol. Fikrimi değiştirmeden hemen önce bin.”


    Büyük bir sevinçle yerinden fırlayan kardeşim, hızla arabaya doğru ilerledi. Babamın yaşadığı sevinç, gözümden kaçmamıştı. Ancak yine de Gri Muhafızın görmesini istemediğin den belli etmese de onun böyle ayrıldığını görmek, babamı hüzünlendirmişti.


    Asker atına doğru ilerlemeye başlamıştı ki, daha fazla dayanamadım ve “Efendim!” diye bağırdım.


    Öfkeyle bana dönen babam bile artık umurumda değildi.


    İlerleyişini kesen adam, yavaşça bana doğru döndü.


    Kendimden eminmiş gibi bir tavırla ileri doğru bir adım attım, aslında heyecandan bayılacak gibiydim.


    “Beni incelemediniz, efendim.” dedim.


    Şaşıran asker, bunun bir şaka olup olmadığını anlamak ister gibi baktı bana.


    “Öyle mi yapmışım güzelim?” diye sorduktan sonra, kahkahalara boğuldu.


    Fakat artık ne onun ne de diğer adamların kahkahalarına aldırmıyordum. Bu benim tek fırsatımdı. Başka bir şansın daha çıkmasını bekleyemezdim.


    “Ben de Gri Muhafızlara katılmak istiyorum!” dedim askere.


    Adam bana doğru ilerlemeye başladı.


    “Gerçekten mi?”


    Eğleniyormuş gibi bir havası vardı. Sonra bana cevap şansı tanımadan avazı çıktığınca bir kahkaha daha attı ve diğerleri de gene ona katıldı.


    “Seni gören düşmanlarımızın kaçacak yer arayacaklarından hiç şüphem yok.”


    Gururum kırılmıştı. Bir şeyler yapmam gerekiyordu. Bu işin peşini bırakamazdım. Asker tam benden uzaklaşmaya başlamıştı ki, ileriye fırlayarak bağırdım, “Efendim! Büyük bir hata yapıyorsunuz!”


    Asker tekrar bana döndüğünde kalabalık, nefeslerini tuttu.


    Bu sefer askerin bakışları sertleşmişti.


    Omzumdan çekiştiren babam, “Salak kız, içeri gir!” diye bağırdı fısıldayarak.


    “Girmeyeceğim!” diye bağırdım, babamın elinden kurtuldum.


    Askerin bana yaklaştığını gören babam, geriye çekildi.


    Asker öfkeyle, “Bu dönemde bir Gri Muhafıza hakaret etmenin cezasının ne olduğunu biliyor musun?” diye sordu.


    Bu işin geri dönüşünün olmadığını biliyordum.


    “Lütfen onu affedin, efendim” dedi babam. “O henüz çok cahil ve-”


    Asker “Seninle konuşan yok babalık” diyerek babama attığı bakış, onu geri çekilmeye zorladı.


    Ardından tekrar bana dönen asker, “Bana derhal cevap ver.” dedi.


    Yutkundum, nutkum tutuldu. İşler hiç de kafamda planladığım gibi gitmiyordu.


    Başımı önüme eğmiştim. Hafızamı yokladıktan sonra, “Gri Muhafızlara hakaret etmenin, Ferelden Kralı’nın kendisine hakaret etmekten hiçbir farkı yoktur.” diye cevapladım.


    “Evet, bu,” dedi asker sonra “Aferin tatlım. Yani istesem şu an sana kırk kırbaç cezası verebilirim demek oluyor.”


    "Hakaret etmek istememiştim, efendim. Tek istediğim fırsat. Lütfen! Hayatım boyunca bunun hayaliyle yaşadım. Rica ediyorum. İzin verinde katılayım. "diye karşılık verdim.


    Askerin suratındaki sert ifade biraz yumuşadı. Bir süre bana baktıktan sonra, başını salladı.


    “İtiraf etmeliyim gerçekten çok güzelsin. Ayrıca cesursun ama kayıtlar bir hafta önce kapandı. Belirli listenin dışındaki kişileri alamıyoruz. Kusura bakma, yapamam. Emirler böyle.”


    Bunu dedikten sonra bana hiç bakmadan atına doğru ilerledi ve hızla hayvanın üstüne çıktı.


    Yıkılmış haldeydim, köyden ayrılmak için harekete geçen kafilenin ardından bakakaldım. Gelmesiyle gitmeleri bir olmuştu.


    Gördüğüm son şey, yük arabasının arkasında oturan kardeşimin, benimle dalga geçen suratıydı. O buradan uzağa, daha iyi bir hayata doğru gözlerimin önünde yol alıyordu.


    Sanki içimde bir şeyler ölmüş gibiydi. Demin yaşananların içimdeki heyecanı dindi.


    Omuzlarımdan yakalayan babam, “Yaptığının ne kadar salakça olduğunun farkında mısın, şapşal kız?” diye öfkeyle bağırdı. “Senin yüzünden ağabeyin de seçilemeyebilirdi!”


    Babamın ellerini sertçe ittim ve onun verdiği karşılık, elinin tersiyle vurmak oldu. Hızla yere yapışıp suratımı çarptım.


    Canım yandı, öfkeyle yerden babama baktım. Ömrümde ilk defa babama karşılık vermek istiyordum ama zor da olsa kendimi tuttum.


    “Git ve koyunlara yem ver. Derhâl! Ve geri döndüğün zaman, benden yemek falan bekleme. Bu gece hiçbir şey yemeyecek ve yaptığın hatayı düşüneceksin.”


    “Senden nefret ediyorum!” diye bağırarak, öfkeyle oradan ayrıldım. Evimden bir an önce uzaklaşmak için tepeye doğru yöneldim.


    Babam ardımdan “Bertha!” diye bağırıyordu.


    Her şeyi geride bırakmak istiyordum. Koşmaya başladım, o sırada gözlerimden süzülen yaşların bile farkında değildim...


    "Her ırktan erkekler ve kadınlar, savaşçılar, büyücüler, barbarlar ve krallar... Gri Muhafızlar karanlığın dalgasını durdurmak için her şeylerini feda etti ve galip geldi."

     

    - Duncan Ferelden'in Eski Gri Muhafız Komutanı


    İçimde dolup taşan öfkeyle, saatlerce tepelerde dolaşmıştım. En sonunda yorgunluktan oturacak bir yer buldum ve buradan ufku izlemeye koyuldum. Derin düşünceler içine dalarak, uzakta kaybolan at arabalarını ve arkalarından kaldırdıkları tozu uzun süre izledim.


    Burayı bir daha kimsenin ziyaret etmeyeceğini biliyordum. Artık benim kaderim, elime geçecek başka bir şans umuduyla, yıllarca bu çiftlikte beklemekti. Tabii eğer dönerlerse ve babam da izin verirse. Hayır, bu ihtimal imkansıza yakındı. Gerçekleşecek tek şey vardı o da: ömrümün geri kalanını babamla o evde tek başına geçirecek olmamdı.


    Babamın ayrıca bunu burnumdan getireceğine dair hiçbir şüphem yoktu. Ben, babamın uşaklığını yaparken yıllar geçecek ve onun gibi önemsiz, sıradan bir hayatın içerisinde hapsolarak yok olacaktım. Kardeşim ise bu sıralarda belki zafer, şöhret gibi şeylerin peşinde koşacaktı.


    Ailemin beni böyle küçük düşürmüş olmasına tahammül edemiyordum. Beni bekleyen hayat bu olmamalıydı. Bundan emindim ve bu gidişata bir çözüm bulmak için saatlerdir kafa patlatıyordum. Ancak acı da olsa, yapamayacağım bir şey olduğu gerçeğini kabul etmek üzereydim. Hayatın bana dağıttığı kağıtlara isyan edemezdim.


    Bu halde saatlerce oturduktan sonra, umutsuz bir şekilde yerimden doğruldum. Çok iyi bildiğim bu tepelerde tekrar dolaşmaya ve sürekli daha yükseğe doğru çıkmaya başladım. En sonunda ise kaçınılmaz olarak en yüksek noktaya, yani Halla sürüsünün olduğu yere geri dönmüştüm.Tepeye tırmandıkça güneş batmaya başlamıştı ve havaya yeşilimsi bir ton katıyordu.


    Acelem yoktu, bu yükseklikten harika görünen Amaranthine'nın manzarasını bir kez daha hayranlıkla seyretmeye başladım. O an içimde biriken öfkeyi boşaltma isteği uyandı. Bunun için uzanıp yerden pürüzsüz bir taş aldım. Kafam o an pek yerinde değildi, sanki karşımda babam ve ağabeyim varmış gibi tüm gücümle elimdeki taşı fırlattı verdim.


    Hızla fırlayan taş, uzakta üzerinde sevimli bir sincabın bulunduğu ağaçlardan birinin dalını yerinden düşürdü. Neyse ki hayvana bir şey olmamıştı. Hayvanı neredeyse öldürecek olduğumu fark ettikten sonra bunu bir daha yapmamaya karar verdim, çünkü bana hiçbir zararı olmayan bir hayvanın canını bu şekilde yakmak istemiyordum.


    Ağabeyimin şu anda nerede olabileceğini düşünüyordum. Hala çok öfkeliydim. Muhtemelen bir gün içinde Amaranthine Şehrine varırlardı. Onu şehrin girişinde karşılayan şık giyimli insanları ve onurlarına yapılacak töreni kafamda canlandırabiliyordum.


    Ferelden Kralının ve Kraliçesinin, yanında ünlü Gri Muhafız komutanı ve diğer savaşçıları da onları selamlamak için orada olacaklardı. Büyük turnuva sonrası eğer kazanırsa ağabeyime kışlalarda kalacakları bir yer temin edilecek, komutanın özel arazisinde Vigil's Keep kalesinde en iyi silahlarla eğitimine başlayacaktı.


    Kıdemli bir Gri Muhafızın yanında silahtarlık görevine atanacaktı. Sonra bir gün eğer şanslıysa hayatta kalarak Gri Muhafızlık unvanını alacak ve şahsına özel atına binip, onun için özel olarak dövülmüş bir kılıcı kuşandıktan sonra, kendi silahtarına emirler yağdıracaktı.


    Thedas'ın kurtarıcılarından biri olacaktı. Tüm dünyadaki festivallerin ve Kralların, Kraliçelerin yemek masasının ayrılmaz bir parçası haline gelecekti. Bu büyülü yaşam şansı, parmaklarımın arasından kayıp gitmişti.


    Kendimi tükenmiş hissediyorum. Tüm bu olumsuz düşünceleri kafamdan uzaklaştırmaya çalışıyor, fakat bunu pek başaramıyordum. Kafamın derinliklerindeki bir ses, sanki bana haykırıyordu. Pes etmemem gerektiğini, beni bundan daha önemli bir yazgının beklediğini söylüyordu. Gerçi bunun ne olduğunu bilmesem bile, en azından bu yerde olmadığını biliyordum.


    Her zaman kendimi diğerlerinden daha farklı hissetmiştim. Hatta belki biraz daha özel biriymiş gibi. Diğer insanlar beni anlayamıyor ve üstüne üstlük bir de küçümsüyorlardı. Kendini beğenmiş bir insan asla değildim ama hissettiğim buydu işte.


    Tepenin en üstüne çıkmıştım, her zamanki tanıdığım Halla sürümü gördüm. Benim için bu hayvanların özellikle de bu sürünün önemli bir yeri vardı. Bu tepenin eteklerine yıllardır çıkıyordum ve onlar ile tesadüf üzeri karşılaşmıştım.


    Zamanla arkadaşlar gibi olmuştuk. Aslında onlar dostum diyebileceğim tek canlılardı. Beni hiç sıkılmadan dinleyerek, derin yalnızlığımda bana destek oluyorlardı. Canım çok sıkıldığında hep buraya onları ziyarete geliyordum.


    Onları görünce moralim hemen düzelirdi. Hayvanlar bir arada duruyor ve kayda değer ne kadar ot varsa çiğniyorlar. Hep yaptığım gibi can sıkıntısından onları saydım. Fakat ardından dehşete düştüm. Çünkü içlerinden biri eksikti. Tekrar ve tekrar saydım. Sahiden de birinin kaybolmuş olduğuna hala inanamıyordum.


    Daha önce sürüden doğal yollar dışında tek bir hayvan bile kaybolmamıştı. Bunun arkasında hastalık veya yaşlılık olsa hemen anlardım. Endişelenmeye başlamıştım. Hallalarımdan birinin tek başına, vahşi hayvanların arasında kalmış olabileceği düşüncesi beni kahretti. Böylesine masum ve kutsal bir şeyin acı çektiğini görmek dayanabileceğim bir şey değildi.


    Tepenin kenarına ulaştım. Buradan etrafı incelemeye başladım. Hayvanı uzaktaki tepelerden birinde tespit ettim. Bu sürünün asisi olandı. Hayvan kaçarak batıda ki ormana girmişti. Bunu görünce yutkundum.


    Çünkü o ormana sadece hallaların değil, insanların da girmesi yasaktı. Çiftliğin sınırları dışında kalan bu yere girilmemesi gerektiğini neredeyse yürümeye başladığım günden beri biliyordum. Bu yüzden daha önce oraya adımımı dahi atmamıştım. Efsanelere göre oraya giren kişiyi kesin bir ölüm beklerdi.


    İçerisinin canlı delirmiş ağaçlarla ve vahşi kurt adamlarla kaynadığı söylenirdi. Kararan gökyüzüne bakıyordum, ne yapmam gerektiğini düşünüyordum. Hallamı öylece bırakıp bu duruma kayıtsız kalamazdım. Eğer hızlı olursam, eski dostumu zamanında kurtarıp, tepeye geri dönebileceğimi düşündüm.


    Son bir kez sürüme baktıktan sonra, gökyüzünde toplanmaya başlayan bulutların altından batıya, yani lanetli olduğu iddia edilen ormana doğru hızla koşmaya başladım. Kendimi güçsüz hissetsem de, bacaklarımı zorluyordum. Zaten istesem bile artık geri dönemeyeceğimin farkındaydım.


    Yaptığım bu işin, bir kâbusun içinde uyanıp kurtulmak için koşmaktan hiçbir farkı olmadığını biliyordum.


    "Gri Muhafızlar, dünyayı kötülükten korumak için fedakârlıklarla dolu zorlu bir yaşam süren yalnız nöbetçilerdir. Bunun için çok az kişi gönüllü olur: acı, yalnızlık ve şiddetli bir ölümün uğruna edilen yemin. Fakat Gri Muhafızların yolun da mutlak cesarette yer alan en önemli erdemlerden biridir. Kendilerini bu davaya adayanların alacakları tek ödül, geride bıraktıkları eski benliklerinden daha ulu bir şey haline geleceklerini bilmeleridir."

     

    - Ireial Ferelden Gri Muhafız Komutanı ve Amaranthine Arlı


    Hızımı hiç kesmeden tepeleri aşarak, lanetli ormanın sınırına vardım. Hallaya ait izler, ağaçların başladığı noktada kesiliyordu. Ayaklarımın altında kalan yaprakları ezerek, bu ürkütücü yerin içine doğru ilk adımlarımı attım.


    Ormana girer girmez etrafımı saran ağaçlar, gökyüzünü kararttı. Burası, dışarıya göre epey soğuktu. Daha girişte olmama rağmen bir esinti hissetmeye başlamıştım. Fakat bu esintinin kaynağı tek başına karanlık veya soğuğun kendisi değil, şu an adını koyamadığım başka bir şey gibiydi sanki. Bir şeylerin beni izlediğini düşünmeye başlamıştım.


    Gövdeleri iki yetişkin insan kalınlığında olan tarihi ağaçların, rüzgârda sallanan ve çatırdayan dallarını izliyordum. Ormanın elli metre kadar içine girmiştim ki, ne tür bir hayvana ait olduğunu bilmediğim sesler duymaya başladım. Dönüp arkama baktığım zaman, giriş yaptığım yeri zar zor görebildim. Biraz daha ilerlersem buradan asla çıkamayacağımı düşünüp, tereddüt ettim.


    Bu orman her zaman düşüncelerimin dışındaki gizemli bir yer olarak kalmıştı. Şimdiye kadar buraya girmeye cesaret edebilen hiçbir insan olmamıştı. Hatta buna babam ve ağabeyim bile dahil. Bu ormanla ilgili efsaneler hem korkutucu hem de akılda kalıcıydı.


    Ancak bugünü benim için farklı kılan o şey her neyse bu efsaneleri umursamamak ve tüm tedbirleri elden bırakmama neden oluyordu. Çünkü içten içe sınırlarımı zorlamak ve evimden olabildiğince uzaklara gitmek istiyordum. Hayatın beni nereye sürükleyeceğini merak ediyordum.


    Biraz daha gittikten sonra hangi yöne ilerlemem gerektiğinden emin olamadığım için durakladım. Yerdeki ezilmiş dalları takip etmeye karar verdim. O anda kara bulutların içinde saklanan yağmur taneleri kendilerini göstermişti ve şiddetli bir sağanak yağmur başlamıştı.


    Sırıl sıklam ıslanmış bir şekilde ormanın derinliklerinde ilerlerken, tamamen kaybolduğumu fark etmem bir saati buldu. Arkamı dönerek geldiğim yönü anlamaya çalışsam bile, bunu başaramadım. Yağmur sonunda durmuştu ama ben yeterince üşümüş ve korkmuştum.


    Ürpermeye başladım, tek çıkış yolumun ilerlemek olduğuna karar verip, yürümeye devam ettim. İlerdeki ağaçların arasından sızan güneş ışıklarını fark ettim, adımlarımı o yöne çevirip gitmeye başladım. Işığın düştüğü yerdeki küçük bir açıklığa ulaştım, karşımda gördüğüm şeyden sonra yerimden kıpırdayamadım.


    Yeşil satenden önü açık bir elbise giyen elf kadını, sırtı bana dönük halde duruyordu. Sırtında asılı duran bir asa vardı. Bir büyücü olmalıydı. Kısa boyluydu ve dimdik duruyordu. Çok sakin ve umursamaz görünüyordu.








  • 
Sayfa: 1
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.