Şimdi Ara

Marksizm-komünizm hakkında (11. sayfa)

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
3 Misafir - 3 Masaüstü
5 sn
322
Cevap
0
Favori
7.724
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
5 oy
Öne Çıkar
Sayfa: önceki 910111213
Sayfaya Git
Git
sonraki
Giriş
Mesaj
  • Periah kullanıcısına yanıt
    Daha çok para = daha çok güç. hangi sistem bu problemi çözüyor? gücün eşit olmadığı yerde sürekli haksızlık olacak belki değişik sistemlerle bir süre azaltabilirsin ama sıfırlayamazsın sürekli arkamızı kollamak zorundayız sigarayı azaltmak gibi problemler büyüdükçe yine eskisi gibi çok içmeye başlayacağız.
  • Communist kullanıcısına yanıt
    Önce bakış açınız i değiştirmeniz öneririm. Herşey dışardan göründüğü gibi olmayabilir ...

    < Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >
  • Hobar kullanıcısına yanıt
    Dostum büyük dediğin dilim kişi başı 10 bin dolar 100 bin dolar olsada yine değişmez 100 kişilik kalabalığın ortasına 100 tane ekmek atıyorsun kim kaparsa herkes bir ekmek kapıp çekilecekmi sanıyorsun bunun yarınıda var daha lüks yaşama hırsıda var.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Communist -- 20 Mayıs 2019; 16:36:57 >
  • quote:

    Orijinalden alıntı: Guest-EB772A469

    Bu mesaj silindi.

    Alıntıları Göster
    Komik adamsın vesselam sıradan bir medyadanın Marksizmi nasıl düşündüğünü göstermek için o linki koydum.
    En azından DH satılık kalemşorları gibi küfretmiyorlar.
    Bu adamlar Marksist veya sosyalist değiller.
    Oturmuşlar pratik bilgiler altında yorum yapmaya çalışmışlar. Utanın diye o linki verdim.

    Sazan gibi de atladın.

    Leninizmi senden abuk subuk düşüncelerinden öğrenecek değilim. Bir kaç mesaj sonra Asıl siyasi görüşümü öğreneceksin.

    TKP ninde görüşlerini THKP-C de görüşlerini aktaracağım.




  • NEREDEN BAŞLAMALI ?

    “İnsanlık kendi önüne ancak

    çözüme bağlayabileceği sorunları koyar.” Karl Marx

    Genelde V. I. Lenin ile andığımız “Nereden Başlamalı?” sorusu günümüzde bize çokça yol gösteren, rehber olan bir soru cümlesidir. Henüz kafamızda tasarlamaya çalıştığımız veya üretip de yeni yeni düzenlemeye çabaladığımız düşüncelerimize belirli bir yönelim kazandıran bir niteliğe sahiptir bu soru. Bugün hepimiz kendimizi teorik anlamda geliştirmenin kaygılarını taşıyor ve bu anlamda emek veriyoruz. Kuşkusuz düşünce dediğimizde aklımıza gelen felsefe, bilim ve sanat kavramları önümüzde bir okyanus genişliğinde dururken bizler onlara mütevazı bir sandal üzerinden bakıyoruz. Hatta zaman zaman bu okyanusta kaybolma korkusu ile karşı karşıya kalıyoruz. İşte bu gibi durumlarda karşımıza tekrar tekrar bu soru çıkıyor; “Nereden Başlamalı?”. Soruyu kullandığımız biçiminden çok içeriğine yaptığımız vurgu ile yakalamak büyük önem taşımaktadır. Gücümüz yettiği oranda bu soruya cevap vermeye çalışmak öncelikle temel kavramları açıklamak ile mümkün görünmektedir.

    FELSEFE, BİLİM VE SANAT

    Egemenlerin yüzlerce yıldır halk kesimlerine yönelik olarak sahip oldukları en güçlü silahlardan birçoğunun “bilinçleri çelmeleme” yönünde kullanıldığını çok iyi biliyoruz. Öyle ki bugün karşılığını en yoğun olarak üniversitelerde bulmaktadır. Kendini geliştirmekten aciz, söyledikleri kendince felsefe, bilim ve sanat gibi değerler kazanırken yaşamın canlılığında sadece ‘çöpten’ ibaret olan sayısız düşünceler genç beyinlere dayatılmaya çalışılmaktadır. Dayatılan bu düşünceler kişinin bilincinde büyük tahribatlar açtığı gibi, yaşamı kavrama çabasında onu adeta ‘körleştirmektedir’. Özellikle bu duruma örnek verilebilecek düşünceler felsefe, bilim ve sanat kavramları üzerine olanlardır.

    Felsefe, yaşamdan kopuk, bilim ve sanatla ilişkisiz, salt bir ‘entelektüel gevezelik’ olarak anlaşılmaktadır. Yapılan bu tanımlamanın karşılığı olarak kişilerde felsefeye karşı bir mesafe, tepki, ilgisizlik hali kendini göstermektedir. Bu durumda düşünce adı altında öne sürülmüş bu ‘çöp’ yığınına karşı kendi tanımlamalarımızı yapmak en doğrusu olacaktır. Felsefe, bilincin ortaya koyduğu en genel düşünce etkinliğidir ve amacı en genelin yasalarını kavrama çabasıdır. Herhangi bir nesneyi veya olguyu bir bütün olarak parçalamaksızın tümel olarak ele alır. Başka bir söylemle felsefe parça ile değil bütünle ilişkilidir. Yaptığımız tanımın ardından rahatlıkla görebiliriz ki bizlere dayatılmaya çalışılanın aksine felsefe bize yabancı olmak şöyle dursun güncel hayatımızın ayrılmaz bir parçasıdır.

    Bilim, bugün belki de en yoğun saldırılar altında kalan düşünce etkinliğidir. Bilim adı altında yüzlerce yıl önce toprağa gömülmüş hurafelerin hortladığı, üniversite kürsülerinden yaratılış teorisi (!) kitaplarının tavsiye edildiği günler yaşanmaktadır. Her gün onlarca bilimsel çalışma göz ardı edilirken çeşitli isimler adı altında ‘çöp’ yığınlarına büyük kaynaklar ayrılmaktadır.

    Bilim, en özelin düşünce etkinliğidir, bu durumda bilim en özelin yasalarını kavrama çabası içerisindedir. Burada felsefe üzerine yapılan “Felsefe, bilimlerin toplamıdır.” tanımını anımsamamız yerinde olacaktır. Bilim, felsefenin aksine tümelle değil tikelle ilişkilidir, başka bir deyişle bütünle değil parça ile ilişkilidir. Felsefe nesneyi en genel biçimde bütün yönleri ile ele almaya çalışırken bilim kendine özgü nesneleştirme süreci ile nesnenin tek bir yönünü ele almaktadır. Kuşkusuz bu durum çeşitli yadsımaları da beraberinde getirmektedir ki bu yadsımalar ‘doğru’ bir felsefi temelde yarar sağlarken aksi bir temelde çeşitli olumsuzlukları beraberinde getirmektedir.

    Sanat adı altında ortaya konan saçma, komik ve hatta yer yer sinir bozucu birçok eserin (!) ortada dolaştığını hepimiz biliyoruz. Tüm bu içi boş, anlamsız üretimler düşünsel anlamdaki kısırlığın ve kalite yitiminin getirdikleridir. Sanat da tıpkı bilim gibi en özelin düşünce etkinliğine sahiptir. Ancak bilim nesnel süreci ortaya çıkarma gayreti içindeyken sanat öznel süreci ortaya koyar.

    Egemenlerin dayatmaya çalıştıkları düşünceleri kendi felsefi dayanaklarının/temellerinin ürünleridirler. Onlar sözde teori ve pratiğin birliğini yadsırlarken, pratiğin kendisi onlara en güzel cevabı yaşam denilen alandaki sınavları ile vermektedir.

    FELSEFİ TEMELLER, DİYALEKTİK MATERYALİZM

    Felsefe üretiminde bulunurken içiçe geçmiş çeşitli süreçlerin varlığını fark ederiz. Varlık felsefesi, doğa felsefesi, bilgi felsefesi, siyaset felsefesi… Örneğin varlık felsefesinden siyaset felsefesine giden yol genelden özele doğru uzanan bir yönelime sahiptir. Bu doğrultuda, genelden-özele ve özelden-genele giden yönelimler, felsefenin bütününü kapsayan temellerin oluşmasını sağlar. Bu temelleri açıklamaya çalışırken soyuttan-somuta bir hat çizmeyi amaç edinirken diyalektik materyalizmin ustalarının da yardımlarına başvuracağız.

    İlk sorun varlık üzerine olandır. Bu konuda Friedrich Engels’in düşüncelerini anımsamak yararlı olacaktır: “Her felsefenin, özellikle modern felsefenin büyük temel sorunu, düşünce ile varlığın bağıntısı… düşüncenin varlığa, tinin doğaya ilişkisi,… tinin mi, yoksa doğanın mı, hangisinin en ilk öğe oldukları sorunudur. …Bu soruyu yanıtlayışlarına göre filozoflar iki büyük kampa ayrılıyorlardı. Tinin doğaya oranla önce gelme özelliğini ileri sürenler, idealizm kampını oluşturuyorlardı. Ötekiler, doğayı ilk öğe sayanlar ise materyalizmin değişik okullarında yer alıyorlardı.”

    Materyalizm varlığa, daha somut bir kavram kullanırsak maddeye ilişkin felsefi bir temeldir. Bilincin dışında varlıksal bir bütünlük olduğunu, bilincinde bu bütünlüğün bir parçası olduğunu savunur. Bu doğrultuda düşünce sürecinin yaşama birşeyler dayatmak değil onu anlamak ve ona müdahalede bulunmak yönünde şekilleneceğini belirtir. Şekillenme doğrultusunda bilincin dışında varolan nesnel sürecin bilinebileceğini öne sürer. İdealizm, varlıksal bütünlük olarak bilinci ele alır. Bilincin dışında varlıksal hiçbir şey bulunmadığını, yaşamın her bir öğesinin bilincin parçaları olduğunu iddia eder. Yaşamı kavramak yerine ona yönelik dayatmalar yapmayı tercih eder. Böylece varolanı olduğu gibi kavramak yerine kendi ‘dilediği’ gibi kavrayarak ‘ölü’ ve ‘sakat’ düşüncelerin doğmasına neden olur.

    İkinci sorun varoluş üzerine olandır. Burada Mao Zedung’un bir düşüncesine yer vermek olumlu olacaktır: “İnsan bilgisinin tarihinde, evrenin gelişme yasaları ile ilgili olarak daima iki görüş bulunmuştur: 1.Metafizik, 2.Diyalektik görüş.”

    Metafizik varoluşa, başka bir deyişle harekete ilişkin felsefi bir temeldir. Maddeyi durağan, değişmez yada kısmi mekanik hareketlerle kabul eder. Varlıksal bütünlüğün ve onun parçalarının içiçe geçmiş hareketini, birbirleri ile olan ilişkilerini görmezden gelir. Her şeyi birbirinden yalıtır, ve canlı olan yaşamı ölü bir tarzda görmeye çalışır. Diyalektik, metafiziğin tersine maddenin kesintisiz hareketini savunur. Ortaya konulan varlıksal bütünlüğün her parçasının birbirleri ile “ilişkili” olduklarını belirtir. Bu ilişki “savaşım” olarak da tanımlanabilir. Savaşım içerisinde olan parçaların oluşturduğu birliğe “çelişki”, çelişkinin iki zıt kutbu da “karşıtlık” tanımlarını kazanır. Tüm bu söylenenler üzerine “savaşım” tanımını başka bir tanıma “hareket” tanımına dönüştürebiliriz. Felsefe tarihi yaşadığı tüm sürecin ardından, teori ile pratiğin ayrılmaz ve ‘uyumlu’ bütünlüğünü yakaladı: “Doğa olaylarına yaklaşışı, onları inceleme ve anlama yöntemleri diyalektik, doğa olaylarını yorumlayışı, bu olayları kavrayışı ve teorisi materyalist olduğundan, bu dünya görüşü, diyalektik materyalizm adını almıştır.”

    Diyalektik materyalizm, yaşamın olduğu gibi yabancı bir şey katmaksızın kavranması anlamına gelir. İnsanlığın bugüne kadar elde ettiği tüm teorik birikimin taşıyıcısı ve temsilcisidir. Yaşamı ‘siyah-beyaz’, ‘karıncayı deve görmek’ yerine onu olduğu gibi kavrar ve yaşamı ihtiyacı doğrultusunda şekillendirecek olan insana bunun teorik temellerini sağlar.

    TEORİ VE PRATİK, TEORİK GELİŞİMDE BİREYSEL VE TOPLU ÇALIŞMA

    İnsanın kendisi dışındaki nesnel sürece müdahalesi “pratik” adı altında gerçekleşmektedir. Bunun yanında bu sürece zemin hazırlayan ve bilince ait süreci ortaya koyan bütünlüğe “teori” tanımını veriyoruz. Teori ve pratiğin ayrılmaz bütünlüğünü sürekli yinelerken pratiğin bu ilişki içerisindeki yerinin öncüllüğünü de vurgulamak yerinde olacaktır. Bu anlamda siyasal mücadele içerisinde birçok örnek verilebilir. Sendika çalışması içerisinde olan bir arkadaşımızın bulunduğu alana ilişkin olarak iyi bir birikime sahip olduğunu düşünelim. Sahip olunan bu birikim pratikte açığa çıktığı ölçüde değer kazanacaktır. Hak alma mücadeleleri, sendikanın sınıfsal içeriğinin korunması… gibi birçok başlık teorinin bir rehber olarak süreçte etkin olması ile aşılacaktır. Bunun yanında aktif çalışma ile buluşan düşüncelerimiz kendilerini tekrar tekrar üreterek bilincimizde yerlerini bulacağı gibi benzer pratik süreçler için belirli bir birikim kazanmış olurlar.

    Kişinin teorik gelişiminde bireysel çalışma önemli bir yer tutmaktadır. Kendini tanıma ve eksikliklerini bilme durumu olumlu etkenler olarak belirir. Bunun yanında her öznenin kendine has bir bilinç düzeyi ve gelişme dönemi olduğu düşünüldüğünde yapılan çalışmalar bu bakış ile yararlı bir şekilde yapılabilir. Kullanılan en basit araçtan en karmaşık olana kadar belirli bir “irade” ile yapılması yine gelişimin sağlıklı bir biçimde yürümesini güçlendirecektir. Bu araçlar okuma yönünde olabileceği gibi yazma yönünde de olabilir. Okuma konusunda seçici olmak ve ihtiyacı düşünmek, aynı şekilde ihtiyaç doğrultusunda düşünceleri kağıda dökmek araçların özenle kullanılmasını kazandırır. Bireysel çalışmaya yaptığımız birçok vurgu toplu çalışmadan ayrıldığında anlamını büyük oranda yitirmektedir. İçiçe geçmiş bu iki süreci birbirinden ayırmak veya ayırmaya çalışmak gelişimin tek taraflı olmasını getirecektir. Topluluk kavramının kişilerden oluştuğunu düşünürsek, haklı olarak toplu çalışmanın bir anlamda bireysel çalışmaların bütünü olduğunu savunabiliriz. Kişilerin gelişiminin karşılıklı olarak daha hızlı ve olumlu bir yönde olacağını söyleyebiliriz. Bir sohbet, tartışma… esnasında paylaşılan düşüncelerin karşılıklı olarak bilinçlerde parıldaması dahi başlı başına gelişimin bir yönünü gösterir. Toplu çalışma, karşılıklı olarak birçok bilincin aynı anda bir ‘tek’ bilinç olarak hareket etmesini örme kabiliyetine sahiptir. Yapılan birçok eğitim çalışması, dergi okumaları, düşünce paylaşımları… bu anlamda örnek gösterilebilir. Birçok düşüncenin karşılıklı olarak el değiştirmesi ve kişiden çıkıp kişilere yönelmesi, bütünlüğün tekrar bu düşünceleri işleyerek bir kez daha kişiye yöneltmesi toplu çalışmanın sıradan bir etkinliğidir.

    Bireysel ve toplu çalışmanın birbirlerini olumsuz yönde etkiledikleri düşüncesi bugün üniversitelerde çok farklı biçimlerde dile getirilmektedir. Belki de konuyla ilgili olarak aklımıza ilk gelen “rekabet” kavramıdır. Bugün üniversitelerde çokça duyduğumuz bu kavramı kısaca açmak ve ona karşı düşüncelerimizi belirtmek ihtiyaç haline gelmiştir. Üniversitelerdeki rekabet anlayışı içinde bulunduğu toplum biçiminden bağımsız değildir. Kapitalist toplumun kendince yaratmış olduğu “birey”, “rekabet”… gibi kavramlar onun üretim ilişkileri alanında yaşadığı çürümüşlüğün düşünsel alana yansıması olarak görülür. Burjuvazinin rekabet anlayışına göre karşılıklı olarak kişilerin birbirlerini geliştirmesi, ortak bir paylaşım sunması, birden fazla insanın kazanım sağlaması tiksinti ile bakılacak bir durumdur. Çünkü o birkaç tekelin sürekli olarak diğerlerini yok etmeye çabaladığı bir ‘arenada’ farklı düşüncelere sahip olamaz, ve bu düşüncelerini de kendi üniversitelerine aktarmaktan geri kalmaz. Rekabetin kişileri daha kapsamlı donatacağı, birçok konuda daha yetkin kılacağı… gibi ‘yalanlar’ bugün çok daha rahat görülüyor. Bu topraklarda özellikle 12 Eylül karanlığı ile yoğunlaşan bu ‘yalanlar’ eğitim alanındaki ismi YÖK ile ortaya serpiştirilmeye devam etmektedir. Son dönemde değiştirilen üniversite tüzüklerine dikkat etmek gerekmektedir. “Sınıf” kavramanın anlamını yitirmesi, sadece kişilerin öne çıkarılması, belirli kişilere imtiyazlar sağlanması… gibi içeriklere sahip maddeler artık üniversitelerde çan eğrisi, not çizelgelerinin farklılaştırılması… isimleri ile hakim kılınmaya çalışılmaktadır. Kapitalist toplum tıpkı yaşamın her alanında olduğu gibi eğitim alanında da kişileri birbirlerinden ayırarak güçsüzleştirmeye ve kişiliksizleştirmeye çalışmaktadır. Çünkü bilmektedir ki birey-topluluk ilişkisi onun açısından tehlikelidir, topluluk bireyi bireyde topluluğu geliştirmektedir. Elde edilen bu gelişimde kuşkusuz burjuvazinin çürümüş tahtını sarsabilecek bir güce sahiptir.

    Olanları görerek kolektif çalışmayı örmek bugün her zamankinden daha önemlidir. Bireyin gelişimi topluluğa, topluluğun gelişimi bireye bağlıdır. Üniversitelerde kolektif çalışmayı hayata geçirmek, yoldaş sıcaklığındaki paylaşımları yüreğimizde hissetmek muazzam bir gelişimi getirecektir.

    SONUÇ YERİNE; “NEREDEN BAŞLAMALI?”

    En yalın hali ile tanımlamaya ve dolayısıyla kavramaya çalıştığımız tüm bu temel kavramlar, teorik gelişimimiz sırasında sık sık karşımıza çıkacaklardır. Kuşkusuz gelişim sürecimizin her bir basamağında bir önceki tanımlama ‘yetersiz’ kalacağı gibi buradaki tanımlamalarda bir sonraki basamağı yaratma görevine sahiptir. Yolculuğumuzda önemli olan sürekli kafamızın içinde dolaşan “Nereden Başlamalı?” sorusuna belirli bir anlam ve yön kazandırmaktı. Özellikle aramıza yeni katılan, katılacak olan arkadaşlarımızın yanı sıra her arkadaşımızın kendine sürekli sorması gerektiği bu soru okyanus genişliğindeki o yolda emin adımlarla yürümemize yardımcı olacaktır.

    YOL’umuz açık olsun…

    Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yayınları, Sayfa 24

    V.I.Lenin, Örgütlenme Üzerine, Bora Yayınları, Sayfa 9

    Friedrich Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Sol Yayınları, Sayfa 22

    Mao Zedung, Teori ve Pratik, Sol Yayınları, Sayfa 25

    Joseph Stalin, Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Sayfa

    DEVRİMCİ HAREKET

    Sayı 23 (Kasım 2006 – Ocak 2007)




  • NASIL YAPMALI?

    Öyle bir süreçten geçiyoruz ki, devrimci çözüm, insanlık için hiç bu denli yakıcı bir ihtiyaç haline gelmemişti. Bunun yanında, devrimci çözümü yanlış yerde arayanların sayısı da hiç bu denli artmamıştı. Bu çelişkili durumu aşmak ve halk güçlerine, demiri doğru yönde bükmek için, öncelikle ayaklarımızın bastığı zemine güvenmeli ve gözlerimizin doğru yöne baktığından emin olmalıyız.

    Bize en yakışmayacak şey, karşılaştığımız her pürüzde, duruşumuzdan kuşku duymak; veya ‘değişik/ilginç’ fikirlerden hızla etkilenecek denli şekil bozukluğuna uğramaya müsait bir duruş sergilemektir. Kendisinden bir fikir kırıntısı dahi almaya ihtiyaç duymayacak denli mesafeli durduğumuz bir kişinin, bugüne dek farklı bildiğimiz bir olguya “değişik” bir çerçeveden baktığını ve zihnimizde yer etmiş olan görüntülerin dışında ‘farklı’ görüntülere işaret ettiğini gördüğünüzde; ‘vay be’ diyecek denli refleks göstermemiz bile, sahip olduğumuz özgüvene dair bir zayıflık belirtisidir.

    Bizler, kütüphanemize binlerce kitabı, içinde doğru fikirler olduğu ve zevkle okuyarak, içinden yeni şeyler öğreneceğimiz önkabulü ile yerleştiririz. Hiç kuşkusuz bu,bilgi akışında tarihsel devamlılığa imkan tanıyan ve bilimsel bilginin edinilmesinde “ters” olmayan bir durumdur. Ne var ki her kitapta, -üstelik kitap, doğruyu içeriyor da olsa- yanlış sonuçlara varma ve sayfa aralarında yolunu şaşırma ihtimali saklıdır. Bu ihtimalin mi gerçekleşeceği, yoksa kitaptan akan bilginin, insanın repertuarında varolan dizilişi güçlendirici bir katkı mı sağlayacağı; sahip olunan fikrî temelin örülüşündeki sağlamlıkla ilintilidir. Aynı şey, çeşitli gelişmelerin bizde bıraktığı etkide ve çıkardığımız sonuçlarda da kendini gösterir.

    Bir süredir, kimi siyasal çevrelerde ve kişilerde norm/ölçek zorlanmasına tanık oluyoruz. Heyecan yaratmaması gereken olgular, heyecana sebep olurken; gerçekte daha önemli olan gelişmeler, kayıtsızlıkla karşılanıyor. Tarih boyunca rastlanmış en haklı duruşa sahip olan devrimciler, bir savunma psikolojisi içinde hareket ediyor. Kimi sorunlarla ilintili olarak çıkış ararken; gözler, alışık olunmayan bazı noktalara kayıyor. Ve yanlış yerde çözüm arar duruma düşülüyor.

    Bizler, düzene karşı duruşunda, bizimle aynı koordinatlar içinde bulunduğunu kabul ettiğimiz devrimci yapılarla aramızdaki ilişkiyi tanımlarken; onları, müttefiklerimizden daha yakın gördüğümüzü söylemiş ve alışık olunmayan bir tanımlama yapmıştık. Bilinir ki devrimci yapılar, salt kendilerini “proletaryanın temsilcisi” olarak gördüklerinden, diğer yapılarla ilişkilerini, sınıflararası ilişki olarak tanımlarlar. Ve bu nedenle aralarındaki ilişki, müttefikliğin gerektirdiği mesafede kalır.

    Yaşamın pratik görüntüleri içinde, daha az veya daha çok mesafeli ilişkilerin oluşması; ‘sol içi birlik’ ve ‘ittifak’ olgusuna dair tanımlamalardaki yanlışlığı yok etmez. Tersine olarak, doğru tanımlamalar, pratikte doğru ve tutarlı bir duruş sergileme olasılığını arttırır. Soruna, doğru teorik açılımlar getirmek, fiili zeminde karşılaşılan karmaşada boğulma olasılığını da zayıflatır. Kimilerinin ‘kaçak güreşmeye’ kalkıştığı veya kendi kabuğuna çekilerek, sonuçlarını paylaşmak istemediği ‘sol içi kördüğüm’lerde bile, doğru devrimci tutumun ne olması gerektiğini bulup çıkarmakta zorlanmamak; sadece özgüvenle değil, ideolojik-politik hattaki nitelikle de ilintilidir.

    Kürt sorununun demokratik halk devrimi kapsamında çözüleceğini söyleyip; demokratik çözüm için ‘köye dönüş’, ‘zararların tazmini’ gibi akla ilk gelen birkaç talebi sıraladıktan sonra kendini ‘program sahibi’, bunu yapmamış olanları da ‘programsız’ addeden dostlarımıza, yanıt verme ihtiyacı bile duymadık. Çünkü biz, kendimizi dostlarımızla yarış halinde görmüyoruz. Dostlar alışverişte görsün diye de etkinliklerimizi arttırma veya azaltma yoluna gitmiyoruz. Her şeyin özünü kavrayarak yürüyüşe katılan öznelerimizin, sürecin her halkasında, gelişmeleri arka planı ile beraber değerlendirebilecek kadar meselelere vakıf olması ve ideolojik-politik duruşumuzun gereklerini yaşamın her alanına taşıyabilen bir kavrayış netliği içinde olması, bizler için önceliklidir. Bu özneler, gerektiğinde sadece, muhtemel bir demokratik çözüm programını değil, program yaparken nasıl bir yöntem uygulanması gerektiğini de yazan Hareket’e, her gün daha büyük bir güvenle bağlanırlar.

    Biz Devrimci Yolcuyuz; bu, siyasal kimlikte, önemli ve iddialı bir tanımlamadır. Bu kimliği taşıyanlar, bugün çözülmüş olan eski Sovyet Cumhuriyetlerini, 25 yıl önce masaya yatırmış ve alternatif çözümün tohumlarını atmıştır. Bu kimliği taşıyanlar, bulunulan tarihsel kesitte, dünyadaki ve ülkedeki gelişmeleri en isabetli biçimde değerlendirebilmenin, Marksist-Leninist ideoloji ile donanmış olanlara yakıştığını bilirler. Bu kimlik, kimi sembollerle, kavram ve görüntülerle yetinerek; geçmişten kalma sıfat ve anılarla idare ederek hakedilecek bir kimlik değildir.

    ÖRGÜTSEL İRADENİN YOLGÖSTERİCİLİĞİNDE DOĞRU YÖNTEMDE ISRAR VE TUTARLILIK,
    BİZİ BAŞARIYA TAŞIYACAKTIR

    Teorinin pratiğe yolgösterdiği, pratiğin teoriyi besleyip geliştirdiği devrimci mücadelede, taşlar doğru döşeniyorsa, bu karşılıklı ilişkide akışkanlık artarak devam eder. Teorinin öğrenildiği ama ustalıkla kullanılamadığı, yapılması gerekenin bilindiği ama yapılmadığı durumlarda başka sorunlar var demektir. Ve bu sorunlar “teoriyi biliyor” olmaktan öte eksiklere işaret eder. Sınıf düşmanlarıyla ve onların dünya görüşü ile uzlaşmazlık, doğru bilineni uygulayabilme yürekliliği, işçi sınıfının çıkarlarına hizmet eden her şeyi gözetmek ve gerekeni yapmak, kişisel çıkarları ikincil plana atmak ve bedel ödemek gerektiğinde bundan kaçınmamak,… bütün bu nitelikler, mücadelenin başarılı olabilmesi için gereklidir.

    Sınıflar mücadelesi sertleştikçe, aşılması gereken zorluklar, sayıca ve nitelik olarak büyür. Tecrübe, daha büyük bir ihtiyaç haline gelir. O noktada, deneyimli kadroların yolgöstericiliği daha büyük bir önem kazanır. Bir çarpışma, bir başka çarpışmada tekerrür etmese de, sahip olunan tecrübe, devrimci bir devamlılık içinde taşınabilmişse, deneyimli kadrolara sahip olmanın avantajı kendini çeşitli biçimlerde gösterir.

    Kavgayı çeşitli alanlarda ve çeşitli imkanlarla sürdüren yoldaşlar arasında uyumun sağlanması ve bu çabaların aynı potaya akıtılması, örgüt olmanın gücünü ortaya çıkarır. Bu gücün en verimli biçimde kullanılabilmesi, her enstrümana kendini ifade edebilme imkanı tanıyan bir orkestra disiplinini ve uyumunu gerektirir. Bir iş ne denli zor ve karmaşık olursa olsun, belirli oranlarda sadeleştirilip, uygun çözüm önerileri geliştirilebilir; bu devrimciler için özellikle mümkün olan bir tarzdır. Geriye, bu tür çözüm önerilerinin uygulanabilmesi kalır. Bunun için de devrimci disiplin, sabır ve kararlılık gibi nitelikler çok önemlidir. Zorlu etaplar aşılırken, yanlış uygulanan bir rol, bütün bir çözümü bozabilir. Bu nedenle devrimcilikte disiplini ‘notalar arası uyum zorunluluğu’ gibi, amaca/sonuca ulaşmak için bir gereklilik olarak görmek gerekiyor.

    Devrimci bir hareket, sahip olduğu imkanları, üretimdeki kaliteyi artıran bir düzenleme dahilinde değerlendirir. İş bölümü ve istihdam, bu gerekliliğe göre oluşur. Yetişmekte olanın önünü açmak, yetişmiş olanı daha ileri görevlere taşımak, kadro sayısını da niteliğini de çoğaltır.

    Aslında, yüklenilmesi gereken işlevler, hareketin durumuna göre değişkenlik arzedebilir. Bir bakış açısıyla küçük gibi görünen bir iş, bir başka bakış açısıyla önemli ve büyük olabilir.

    Buradaki görelilik üzerine etki yapacak olan, hareketten yansıyan ihtiyaçlardır. Bu konuda her duruma uygun, kesinleştirilmiş görev basamakları yoktur. Örgütlü zemine kazanılan her bireyin, hareketin donanım ve birikimine şu veya bu oranda katkısı olur. Organlar arası işleyiş, böyle bir katılımı önleyen bir damar sertliği içinde değilse, karar alıcı mekanizmalar, bu artı fonksiyonun varlığı hissetmekte gecikmezler.

    Sürekli olarak daha iyiyi yakalamak üzere koşullarını zorlamak, devrimcilerin her koşulda taşıması gereken bir niteliktir. Hareketi oluşturan normlar, her yoldaş için bir denetleme ve denetlenme kıstası oluştururken; eleştiri, örgütün kimyasını bozan değil, düzenleyen bir araç olarak işlevlenmelidir. İçinden gelinen toplumun, beyinlere ve yüreklere döktüğü bireyci tohumların izlerini yok etmek zaman alacağı için, eleştiri yöneltilen kişilerde yer yer reaksiyonla karşılaşılabilir. Bu olasılıklar dikkate alınmalı ve ilişkilerde aşındırıcı sonuçlara sebep olmayacak bir yöntem izlenmelidir.

    Dimitrov, ‘bizde sekterce kendimizden memnun olma hali vardır’ der. Bu, kişinin içsel denetimini ve gelişimini köstekler. Eksikliğin aşılması, eksikliğin kabul edilmesi ile mümkün hale gelir. Otokontrol, bir devrimci için en önemli uyarı mekanizmalarından biridir. Kişi, eğer kendisiyle iç barışı sağlar ve değerler aynasında kendini tartmayı bir alışkanlık haline getirebilirse, en yararlı eleştiri tarzını kendine uygulamış olacaktır. Gerçekte kişi, kendi içini, dışarıdan bakanlardan daha iyi görebilme imkanına sahiptir. Bu konuda samimi davranıldığında, başkalarının müdahalesini gereksiz kılacak bir seviye yakalanabilir.

    Kişinin kendi kendine yoğunlaşması, sorunları derinlikli kavramanın imkanlarını zorlaması, kendi ufkunu açarken, hareketin yönelimini, daha somut ve heyecan verici ayrıntılar düzeyinde yakalama şansını verir. Gece yatarken, geçmiş gün için, sabah kalkarken yeni gün için yaşanacak olan içsel monolog, kişiyi duruşuyla barışık ve ruhsal olarak güçlü kılar.

    Hareketin, yoldaşlardan beklentisi ve yönlendirmelerinde hiçbir şey hafife alınmamalı, devrimci satrancın çok basitmiş gibi görünen her hamlesinin, bütün içinde önemli neden ve sonuçlarla ilişki halinde işlevleneceği unutulmamalıdır.

    Tembellik olmamalıdır. Tembellik genellikle tehlikelidir, fakat zihin tembelliği en tehlikelisidir. Düşünemeyen insanlar meseleler üzerinde derinleşemez, yüzeyde bocalar. Bazıları iki kere iki dörttür diyorlar ve bununla yetiniyorlar. Fakat hayat böyle bir aritmetik değildir. O, çok karmaşık ve çok çeşitlidir. (Dimitrov)

    Devrimciler, bir şeyi kavrarken de kavratırken de yöntemli hareket etmelidir. Masadaki her kişinin konuyu farklı noktalardan çekiştirdiği bir tartışmada oluşan bulanıklık, bir sorun kavranmak istendiğinde de oluşabilir. Bunun önüne geçmek, doğru bir yöntem izlemekle mümkündür. Hareket, düzenin bugüne dek biriktirmiş oldukları ile uğraşır ve yerine, alternatif bir dünyanın yaşam öğelerini adım adım geliştirirken, yoldaşların şahsında birtakım direnmelerle de karşılaşabilir. Bunlar, anlaşılma eksikliğinden kaynaklanabildiği gibi, kişinin kendi bağrında söküp atmak istemediği bir alışkanlıkta ısrarı sebebiyle de gündeme gelebilir.

    Hatta bazen kişiler, gerçekten haklı/doğru konumda oldukları inancıyla bu türden karşı refleksler geliştirebilir. Söz konusu olan, yeni bir dünyanın yeni insanı olunca, kapsam çok daha fazla büyüyor ve karmaşık bir hal alıyor. Kişilik yapısına olumsuz etki yapma olasılığı sebebiyle kimi fiillerin sınırlanmak istenmesi ve disiplin beklentisi, ‘yasakçılık’ olarak algılandığında, zararlı olanı aşmak ve yeni basamaklar oluşturmak olanaklı olmaktan çıkar. Bunlar, devrimci bir yaşamla barışık olanların, sebep olmaması gereken problemlerdir.

    Dimitrov, “ para kaynağı olarak ticari ilişkilerle uğraşmamalısınız. Bu örgütünüzün karakterine zarar verir.” (abç.) der. Para kaynağı konusu, devrimcilerin farklı zaman ve mekanlarda değişik yöntemlere başvurarak aştığı bir konudur. Zarar verme olasılıkları bertaraf edilerek ticaret de yapılabilir. Burada, Dimitrov’un vurgusundan çıkarılması gereken asıl sonuç, sınıflı toplumlarda ve sömürü ilişkileri içinde biçimlenen ve bu ilişkilerin devamı olan tarzlarda kaçınmak gerektiğidir. Bireycilik, bencillik, özel mülkiyet alışkanlığı yaşama öyle bir nüfuz etmiştir ki, karşıtının geliştirildiği sanılan yerde bile, bunun devam etmekte olduğuna tanık olunmaktadır. Bu nedenle, denetleme ve yolgösterme çabaları, gereksiz bir ısrar ve ayrıntılarla uğraşmak olarak algılanmamalıdır.

    Bu kadar çok şeyi yapmak ve taşları öyle bir tutarlılıkla dizmek için, yeterli insan mı yok? Hayır! Devrimciler için, hiçbir zaman böyle bir gerekçe olmamalıdır. Devrimcilerin, insan yokluğundan yakınması doğru değildir. Koşulların insanları hızla devrimci zemine yönelttiği bu koşullarda, devrimciler çoğalma güçlüğü çekmemelidir.

    “Çalışacak insan olmadığını söylüyorsunuz. Bu doğru değildir. İnsan vardır, fakat siz onları aramıyorsunuz, bulmuyorsunuz, onları uygun işe koymuyorsunuz .” (Lenin)

    Bu konuda bir çeşit hazıra konma, kolaya kaçma eğiliminin olduğunu söylemek mümkündür.

    Yalnız etrafımızdaki insanları, partizanları, siyasi mahkumları aramaya alışmışız, halbuki şimdi genç, uyanık, çok şey vaat eden mükemmel kadrolar yetişmektedir .” diyen Dimitrov, çalışmaları daha verimli ve dinamik kılmanın anahtarını gösteriyor.

    Bugüne dek bu sayfalarda, Devrimci Yolcu kimliğin nasıl bir yaşam tarzına yakışık düşeceğine ve kimlerin Devrimci Yolcu olamayacağına dair çok şey söyledik. Sizlerden istediğimiz, bu birikimin aynasında kendinizi sürekli olarak denetlemek ve kimliğimizin gereklerinin takipçisi olmaktır.

    Devrimci Yolculuğun bir diğer özelliği de siyasal pratiğin, kimlikleri açığa çıkarıcı bir turnusol olma özelliğine güvenmektir. Acelemiz yok; herkesin, hakkettiği yeri bulacağına inanıyoruz.

    DEVRİMCİ HAREKET




  • SINIFLAR MÜCADELESİ
    SINIFSAL BİLİNÇ VE KİMLİKTE TUTARLILIK GEREKTİRİR

    “Komünistler, görüş ve niyetlerini gizlemeyi reddederler. Amaçlarına ancak bugüne kadar ki tüm toplumsal düzenin zorla yıkılmasıyla ulaşabileceklerini açıklıkla bildirirler. Varsın egemen sınıflar bir komünist devrim ürküntüsüyle tir tir titresinler .” (Komünist Parti Manifestosu, s:88)

    Sınıf düşmanları ile mücadeleyi sınıfsal zeminde sürdürmemenin veya çelişmeyi yok sayıp uzlaşmayı öne çıkarmanın bir hareketi ne hale getirdiğini en sıcak örnek olarak PKK’de gördük. Sınıf düşmanlarında (emperyalizm, faşizm veya işbirlikçiler dahil) olumluluk aramak, onlara öykünmek; sol adına, devrimcilik adına hareket edenlerin işini kolaylaştırmaz; olsa olsa, özünü yitirmesine ve giderek karşıtına benzemesine sebep olur.

    Bir süredir rastladığımız uzlaşma atraksiyonlarından biri de Devlet Bahçeli’ye övgüdür. En iyi ihtimalle, devletin en sivri, en uzlaşmaz şahsiyetlerinden biri olarak görüldüğü için, ağzından çıkan “sivriliği azaltılmış her cümle”, her öneri veya Diyarbakır’a gitmiş olması gibi alışılmışın dışındaki her adım, övgü ve alkış sebebi oluyor. Anımsanacak olursa, Cem Karaca Türkiye’ye gelip sistemle barıştıktan ve geçmişine sünger çektikten sonra, Devlet Bahçeli’nin devlet adamlığına yaptığı övgü ile gündeme girmişti. Son günlerde de, özellikle Ağca vesilesiyle “ülkücü” taraftarlarına ettiği eleştirel laflar, Bahçeli’yi tekrar kıymete bindirdi. Bülent Forta, Can Dündar, vb. “solcu”lardan hızla takdir aldı. Gerçekte ise bilinir ki Hitler dahil, en olumsuz karakterlerin dahi, ağzından “olumlu laflar” işitmek mümkündür. Bu laflar, ancak sınıfsal bakış perspektifini yitirmiş (veya hiç kazanmamış) “solcu”ları etkiler. Örneğin CHP’lilerin bu denli uzlaşma meraklısı ve şekilsiz olmalarının sebebi budur.

    Bir bakıyorsunuz AKPM(Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi); komünizmi faşizmle özdeş tutan bir tasarıyla saldırıya geçmiş. Bu tür saldırılar, emperyalistler için tabii ki adettendir. Burada asıl sorun, böylesi adımları adeta destekler gibi savunmaya geçen veya solu/sosyalizmi yargılayan yazıları böyle bir tartışma zemininde gündeme getirme ihtiyacı duymaktır. Örneğin Birgün Gazetesi yazarı ve Kristal-İş sendikası uzmanı Aziz Çelik, Nazizm ile komünizmin eşitlenmesini “biraz abartılı” bulsa da, yazısında ” sol, reel sosyalizm veya komünizm adına işlenen insan hakları ihlalleriyle ve suçlarıyla hesaplaşılmalıdır .” demeyi ihmal etmiyor. Can Dündar da Devlet Bahçeli’yi övdüğü yazısında ” madalyonun solunda da bir vicdan muhasabesine ” ihtiyaç olduğunu vurguluyor. Devrimcilerin, komünistlerin bu konudaki açıklığı da samimiyeti de biliniyor. Gerektiğinde çuvaldızı kendilerine batırmaktan da çekinmezler. Ancak mesele bu değil. Mesele, sınıfsal uzlaşmazlığın en çıkmaz noktasında bile tokalaşmaya hazır olmak ve dolayısıyla elini faşizme kaptırmaktır.

    Linç olaylarında da benzer bir yorum/değerlendirme sorunu yaşandı. Elbette ki linç olaylarına katılan herkes MHP’li, faşist, vb. değildi. Buna biz de değindik. Lümpenleşmiş, kolay saldırtılır bir kitleden söz ettik. Ama bu, sosyolojik araştırmalar adı altında, olaylardaki temel unsuru gizlemeye sebep olmamalıdır.

    Irkçı-faşist güruhların çeşitli illerde başvurduğu saldırı-linç hamlelerinin sosyolojisi araştırılacaksa; bugüne kadarki benzer pratikler, eğitim müfredatı, iktidarın kamuoyu oluşturma araçları ve sonuçta “kırmızı çizgiler” incelenmelidir. Böyle bir inceleme, gelişmelerin kaynağının iktidar/devlet olduğunu ortaya koyacaktır.

    Türkiye’deki milliyetçi akım, tüm Türklük edebiyatına rağmen emperyalizmle işbirliği halinde gelişmiş bir harekettir. Nitekim Hitler faşizminin gelişimi döneminde desteklenen Irkçı-Turancılığın, Nazilerin yenilgisi sonrasında yargı önüne çıkarılması bir tesadüf değildir. Yine 1955’in 6-7 Eylülünde özellikle Rumları boy hedefi yapan ırkçı saldırıların aynı tarihsel döneme rastgelen Türk dış politikasındaki Kıbrıs yönelimi ile doğrudan bir ilintisi vardır.

    1970’li yıllarda devrimci kabarış karşısında beslenip yönlendirilen ve MC ile hükümete taşınan sivil faşist hareketin büyüdüğü oranda; bir Maraş, bir Çorum katliamı ürettiği de bilinmektedir.

    Bu bağlamda son bayraklı yönelimin, ırkçı galeyanların da kendiliğinden veya “halkın hassasiyeti” olmadığını görmek için çok derinlikli tahlillere ihtiyaç yoktur.

    Bugün bir taraftan vatan, millet, bayrak edebiyatı yapanlar; İncirliğin ABD’nin lojistik üssü olmasını, resmi kanallarla destekler, sivil kanallarıyla sessiz kalırken; gerçek yüzlerini, onurdan hassasiyetten ne anladıklarını ortaya koymuş olmaktadır.

    Yani mesele bir Devlet Bahçeli meselesi değil. Ve inanıyoruz ki bu arkadaşlar (Dündar, Forta) iyi bir şeye vesile olduklarını varsayarak, bu tartışmayı başlatmışlardır. Ancak sorun tam da burada başlıyor zaten. Bu öyle bir iyilik ki, NATO’ya, CIA’ya dek uzanan özel harp içerikli organizasyonlarla devrimcilerin aktivitelerini aynı potada tartıştırmayı, eşitlik oyunu oynamayı içeriyor. Yani böyle bir süreçte bir aklanma olacaksa bu, bütünüyle emperyalizm yönlendirmeli devlet suçlarının aklanmasına hizmet edecektir. Bundan olsa olsa, bir burjuva demokratı, devletin bekası beklentisiyle, mutlu olabilir. Amacımız polemik olmadığı için, bir de, ” böyle bir hesaplaşma olacaksa dahi, bunun çağrısını yapmak C. Dündar veya B.Forta’ya mı düşer? ” tartışmasına girmeyeceğiz. Özellikle Forta nezdinde ortaya çıkan bu sınıfsal bilince göre biçimlenmeyen tercihlerin, yöntem yanlışlarının kaynağına kafa yormak, örgütsüzlüğün yarattığı sonuçları somut biçimde görmek açısından yararlı/öğretici olacaktır.

    Unutulmamalıdır ki ” faşizmin yüzü her zaman çirkindir.(…) Faşizm üstü-başı kan kokan bir suç rejimidir.” (Devrimci Hareket)

    Ve yine unutulmamalıdır ki, güzellik, kendini hiçbir nedenle, çirkinlikle aynı kulvara girerek test etme, kanıtlama ihtiyacı duymaz.

    Dünyada faşizmin, sömürü ve zulmün müsebbibi; katliamların sorumlusu emperyalistler, komünizmi yargılayamaz. AKP’nin tavrının, Avrupalı emperyalistlerden demokrasi bekleyenler için öğretici olmasını umut ediyoruz.

    KOMÜNİSTLER İNSANLIĞIN UMUDU OLDU, OLMAYA DEVAM EDİYOR, DEVAM EDECEK!..

    İktidarlarını korumak, sağlamlaştırmak için geçmişi çarpıtmak, karartmak en bilinen emperyalist yöntemlerdendir. Bu yönlü girişimler kendi geleceklerine dair duydukları korkunun büyümesiyle birlikte artar. Avrupa Konseyi Parlamenterler Asamblesi’nin 25 Ocak tarihli toplantısında ele alınacak Komünizmin suçlarını kınama tasarısı bir yandan Avrupa egemenlerinin iktidarları için duydukları böylesi bir korkuyu ifade ediyor. Söz konusu önergenin sahibi İsveçli parlamenterin belirttikleri bunu başka hiçbir söze gerek bırakmayacak bir açıklıkla ortaya koyuyor:

    Bugüne kadar Naziler mahkum edildi, ama komünistler hiç aynı düzeyde mahkum edilmedi. Bugün bunu yapmak önemli, çünkü Avrupa’nın bazı ülkelerinde komünist döneme bir nostalji var. Yani genç nesiller komünizme özlem duyuyor. Bu durum, komünistlerin yeniden iktidarı almaları riskini doğuruyor. Bu tasarı buna bir set çekeceği gibi, hala komünist rejimle yönetilen Küba, Kuzey Kore, Vietnam, Çin gibi ülkelerdeki muhalefete de uluslararası bir destek sunacaktır.

    Diğer yandan bu tasarı Avrupa demokrasilerinin sınır çizgilerini de belirgin bir biçimde gözler önüne seriyor. İktidarlarına yönelik gerçek bir tehlikenin ufukta görünmesi, bu demokrasilerin özde birer burjuva diktatörlüğü olduğu gerçeğini ortaya koyan uygulamalarını açığa çıkarmaktadır. Emekçi muhalefetinin büyümesi ve sosyalist talepler etrafında kendini ifade etmeye başlamasıyla birlikte burjuva demokratik çizginin sınırları çok daha açık olarak görülecektir. Avrupa sermayesi, bugün kendini örgütlü olarak ortaya koyamasa da gelecekte büyük bir yıkımı yaratabilecek derinlerdeki enerji birikimini görmektedir. Ve bu birikimin ancak sosyalizm değirmeninde kendisini yıkacak gerçek bir güce dönüşebileceğini de çok iyi bilmektedir.

    Sömürgecilik dönemi ve sonrasında dünyanın dört bir yanında kan ve gözyaşı dağları oluşturan bir sistemin sahipleri, bugün ağababalarının Avrupa’nın pek çok ülkesinde dünyanın dört bir yanından uçaklarla kaçırdığı insanları tıkdığı işkencehaneler, toplama kampları kurmasına karşı sessiz kalmaktadır. Ama söz konusu unsurlar, icraatlarına komünistleri öldürmekle başlayan ve milyonlarca insanı gaz odalarında katleden Nazilerle, dünyayı bu beladan kurtarma mücadelesinde kahramanca savaşarak ölen milyonlarca komünisti aynı kefeye koymaya çalışmaktadır. Kuşkusuz sol güçlerin dağınık ve güçsüz oldukları bu momenti, böylesi bir tarih çarpıtmasını onaylatmak için fırsat biliyorlar. Belki de başaracaklar. Ama yazdıkları tarih güneşin altındaki buzdan bir tablet olacak. Spartaküs’ü adi bir çapulçu olarak göstermeye çalışanların ‘başarısı’dır onları bekleyen olsa olsa.

    Gerçekleşirse tarihin çöp sepetinde yeri şimdiden hazır bu girişimin ardındaki mantığı teşhir etme ve mahkum etme çabası ertelenemez bir görevdir tüm devrimciler için.

    KOMÜNİZM İNSANLIĞIN GELECEĞİDİR! KOMÜNİSTLER İNSANLIĞIN UMUDUDUR!

    DEVRİMCİ HAREKET

    Sayı 20 (Şubat – Nisan 2006)




  • Yayın Faaliyeti Üzerine

    Bizler daha önce; “Bugün gerek ülkemizde gerekse dünyada yaşanan ve giderek keskinleşen sınıf mücadelesinin nedenlerini kavrayabilmek için, sistemin iç işleyişini dün-bugün diyalektiği içinde irdelemek gerekiyor. Bu, genel bir doğrudur; egemen sınıfların emekçi sınıflarla olan çatışmalarının keskinleştiği dönemler, emperyalizmin krizinin giderek derinleştiği ve çözüm önerilerinin neredeyse bir biçimde iflas ettiği, dolayısıyla yeni arayışların gündeme geldiği dönemler olarak ortaya çıkar. derken, salt kapitalizmin krizine dönük bir analiz yapmamış, aksine böylesi bir süreç içerisinde devrimci öznelerin koşulların gerektirdiği biçimiyle hareket edememesine vurgu yapmıştık. Bu gereklilik objektif koşulların büyük oranda devrimci müdahaleyi hissettirdiği, ancak sübjektif koşulların henüz bu ihtiyacı karşılayamayacak durumda bulunmayışına dair bir tespitti. Tespitin doğruluğunun yanında her geçen gün bu ihtiyacın gerekliliği kendisini yakıcı bir biçimde hissettiriyor. Zira yıkım yasalarının ve saldırganlığın arttığı ve sürecin adeta haykırırcasına devrimcileri görev başına çağırdığı bir süreçte, genelde Dünya’da, özelde ise Türkiye’de, rüzgar hala sağdan esmeye devam ediyor.

    Kapitalizmin krizi dünyanın hemen her coğrafyasında etkisini hissettirirken ve egemenler krizi atlatma yöntemi olarak faturayı halkın sırtına yüklerken, spontane de olsa kapitalizme karşı tepkilerin çimlendiği pratikler ortaya çıkıyor. Şüphesiz bu tür hareketlerin devrimci önderlikten yoksun bir çizgi izlese de yürüttüğü/sürdürdüğü hak mücadeleleri önemlidir ve moral çıtasını yükselten bir rol oynamaktadır. Ancak görüldüğü kadarıyla doğru bir perspektife sahip olmayan hareketlerin reformizme kayma potansiyeli yüksektir.

    Bugün solda dışa vuran en büyük sorun, devrim hedefinden uzaklaşmadır. Bunun yorgunluktan inançsızlığa, değer erozyonundan önüne uzun vadeli hedefler koyamayacak denli güçten düşmeye kadar çeşitli nedenleri vardır. Dolayısıyla bugün eğreti muhalefetin niteliğini doğru okumak, yanlış fikirlerle mücadele etmek ve demiri tersine büküpkapitalizmin saldırgan ve sömürücü niteliğini açığa çıkarmak zorunlu bir ihtiyaç halini almaktadır.

    Bilinen bir olgudur. Sınıflar mücadelesinde eğer mevcut çelişmeleri çözüme kavuşturacak siyasal perspektife sahip özneler yoksa, çözüm ancak ya reform yada revizyon halini alır. Bunun panzehiri ise bir eylem kılavuzu olan Marksizm’dir, Leninizm’dir.

    Devrimciler olguları tüm toplum kesimlerinden daha isabetli okuyabilmelidir. Bugün hemen her alanda yaşanan kafa karışıklığı solda da bir fikri bulanıklığa sebep oluyor. Önermelerimizde Marksist bakışın gerekliliğine sıkça vurgu yapmamız, solun içinde bulunduğu kısır döngüye dikkat çekmek, çözüm üretmek maksatlıdır.

    Bilinir ki Reformizm’in yaygınlaşmasında liberal/neoliberal çizginin etkisi önemli bir yer tutar. Adı her ne kadar muhalefet olarak algılansa da bu çizgide, eylem biçimlerinden doğru konumlanmaya, ajitasyon ve propaganda da gerçekleri eğip bükerek anlatmaktan evrensel norm ve değerleri görmezlikten gelmeye kadar sorunlu bir çok yan vardır.

    Şaşırtıcı değildir. Sınıf mücadelelerinin tarihi aynı zamanda reformizmle hesaplaşmanın tarihidir de. Bu yüzden Thomas Münzer’in Martin Luther’e karşı verdiği mücadeleden, ülkemizde yaşanan 71’ devrimci kopuşuna dek verilen ve bugünde verilmeye çalışılan ideolojik mücadele aynı zamanda reformizmle hesaplaşmanın tarihi olarak bilinir.

    Reformizm, varolanın sürdürülmesi ve çözümü sistem içi kanallarda arama anlayışıdır. Kimi zaman özgücüne güvenmeyerek egemen politikaya yedeklenme, kimi zamanda pragmatizm anlayışıyla ortaya çıkar. Reformizmin nedenlerinden biri de Marksizm-Leninizm’in evrensel doğrularını içselleştirememektir.. Mahir Çayan bu konuda; “Bilimsel sosyalist teoride tahrifler yapma ve kafaları bulandırma eylemi mutlaka bilinçle ve artniyetle yapılmaz. İnsanlığın mutluluğu, özgürlüğü vb. gibi yüce amaçlarla yola çıkan kişi ikibin yılın idealist tortularından arınamamasının ve de devrimci teoriyi kavrayamamasının sonucu bilimsel sosyalist teoride tahrifler yaparak gerici sınıfların hesabına da pekâlâ çalışabilir.” diyerek, devrimci teorinin önemine dikkat çekerken, ideolojinin devrimci bireylerde içselleştirilmesinin gerekliliğine vurgu yapar.

    YENİ DÜNYA DÜZENİ ANLAYIŞIYLA MUHALEFET

    Uzun yıllardır solun adeta kendi içine hapsolduğu ve kendi duruşunu sorgulayan bir sürecin içerisine girmesi onun siyaset sahnesinden ne kadar uzak kaldığının da ifadesidir. Bu nedenle genel anlamıyla değerlendirildiğinde sol için belirleyici mücadele, emperyalistlerin/egemenlerin inisiyatif kazandıkları her dönemde olduğu gibi bugünde politika arenasında bulunup bulunmama noktasında sürmektedir.

    Peki bu durum nasıl ortaya çıkar ve şekillenir?

    Birincisi egemenler politik çatışkıyı suni bir zeminde şekillendirme amacı güderler. Ve bu durum çoğu zaman kavgayı kendi zeminlerinde şekillendirme ve solu oraya çekme amacı şeklinde ortaya çıkar. Bu bazen egemen çatışma içerisinde saf tutma bazen de olguların yüzeysel yanını ön plana çıkaran suni gündemler yaratma biçiminde şekillenir. Egemenlerin 4+4+4 şeklinde ortaya çıkan eğitimin ticarileştirilmesi çabalarını laik-şeriat biçiminde perdelemelerine izin vermek yada alet olmak sınıfsal bakış açısını yansıtmak yerine taraf olmak özüitibariyle solun gündemler karşısındaki edilgenliğinin ifadesidir. Hatta AKP’nin başlattığı “12 Eylül yargılamalarında” solun adeta katil sürüsüyle kol kola girerek darbelerden hesap sormaya çalışır görüntüsü, egemenlerin mücadeleyi kendi zeminlerinde şekillendirmesinin en çarpıcı örneklerinden biridir.

    İkinci temel nokta ise Emperyalizmin, Faşizmin yapısal özellikleri ile alakalıdır. Bu durumda solu edilgenleştirmek, halkla temas kuran araçlarını engellemek, solu zaptu rapt altına almak, baskı ve iletişim araçlarını devreye sokarak onu etkisizleştirmek gibi faşizme özgü klasik yöntemler uygulanır. Sol yayın organlarının dağıtımının dağıtıcı şirketler tarafından fahiş fiyatlar öne sürülerek engellenmesi, basın yayın organlarının kapatılması/toplatılması hatta yasaklanması vb.gibi örnekler yüzyılı aşkın süredir devrimci faaliyetin engellenmesi anlamında kullanılan baskı yöntemlerindendir.

    Marks 1842 yılında yayımlamış olduğu ilk siyasal makale olan ‘Son Prusya Sansür Yönetmeliğine Karşı Düşünceler’inde bu duruma işaret etmekteydi. Marks makalesinde devletin basın üzerinde uyguladığı denetimi eleştirerek devlet ve birey arasındaki ilişkilerin keyfiliğine ve eşitsizliğine vurgu yapmış ve daha o yıllarda egemenlerin tepkisini çekmişti. Ve akabinde Prusya hükümeti tarafından yazarı olduğu Rheinische Zeitung gazetesinin yasaklanması çok geçmeden gündeme gelmişti.

    Egemenler salt baskı yöntemleriyle solu engellemeye çalışmamakta aynı zamanda birçok araçla da kendi ideolojisinin kaldırımlarını döşemektedir.

    Bilindiği gibi Kapitalizmi onu kendinden önceki sınıflı toplumlardan ayıran en büyük özelliği bütün genel yaşam faaliyetlerini, değer yasasını ve bu yasanın beraberinde getirmiş olduğu paranın/metanın gücü ilkesini toplumun hemen her alanında beyinlere kazıması ve sömürüyü serbest rekabet anlayışıyla görünmez bir hale getirme çabasıdır. Toplumsallaşmanın adeta tek yönlü parçalanmışlığı ve bireylerin birbirleriyle ilişki içinde nasıl varolduklarını görmelerini engellemiştir. Böylece bu ilişkilerden doğmuş olan sınıf, sınıf mücadeleleri, vb.gibi onları birbirlerine bağlayan etkenleri ortadan kaldırmıştır. Kapitalizm bilimi dallara ayırarak kitlelerden koparıyor. Bütüncül bilgiyi parçalarına ayırıp bunları birbirlerinden yalıtık uzmanlık alanlarına, her biri kendine has bir dile sahip disiplinlerin dar alanına sıkıştırmak ve üzerlerinde istatistiksel manipülasyon yapmanın mümkün olduğu yaşamın bu küçük alanlarına odaklanmak suretiyle bu eğilimi daha da pekiştirmiştir. felsefeden, psikoloji ve ekonomiye kadar hemen her alan birbirinden koparılmış dolayısıyla bilimden ziyade münahazara alanlarına dönüşmüştür. Dolayısıyla süreçte de eşi görülmemiş bir düzeyde tüm insanlığı kuşatmasına ve insanlık üzerindeki etkisini gittikçe artırmasına rağmen kapitalizm gözden ırak tutulmuş, görünmez kılınmıştır.

    Bu anlamda başta medya olmak üzere tüm alanlar neredeyse egemenler için en etkili faktör olarak değerlendirilmektedir.

    Sözcükleri açar bakarsanız medya; iletişim aracı, iletişimin yöntem ve teknolojisi anlamına gelir. Doğaldır ki araçlar kendiliğinden çalışmazlar. Bir kullananı ve doğal olarak da bir sahibi vardır. Bu anlamda değerlendirildiğinde, medya esas itibariyle sermaye sınıfı adına gerçeği yeniden üretme araçları ve teknolojisidir demek vurguda isabeti artıracaktır.

    Evet, Medya bir manüplasyon aracıdır. Özelliği tüm iletişim vb araçlarla egemen düşünceyi beyinlerde içselleştirme kabiliyetidir. Ve öz itibariyle medya artık manipülasyondan da öte işlev görmekte ve adeta bir psikolojik savaş aygıtı olarak kullanılmaktadır. Psikolojik manipülasyonun amacı insanları kendi bilgileri dışında veya istemedikleri halde etkileme ve yönlendirme anlamına gelir. Bu etkileme ve yönlendirme sonucu ile insanlar davranış değişikliği ve kanaat değişikliği gösterirler.

    Bunun için bir “şartlandırma” eylemi de diyebiliriz. Zira Manipülasyon, diğer bir insandan, doğrudan yollardan elde edilemeyecek bir şeyi elde etmek için dolaylı teknikler kullanmaktır. Bu teknikler, insanların kendiliğinden yapmayacakları bir şeyi tamamen özgür bir şekilde yapmalarını sağlamaktadır. Manipülasyonda, serbest seçimde bulunmaya dayalı özgürlük duygusu ve hatta özgürlük illüzyonu büyük önem taşımaktadır. Dolayısıyla özgürce razı olmak, zorlamasız itaat etmek, manipülasyonun temel karakteristiğidir.

    Marks hakim sınıfların bilinçleri çelmeleme yönünde, teknik araçlardan, gelişmelerden nasıl faydalandıklarına ilişkin şöyle bir vurgu yapar. “Şimdiye kadar; Roma İmparatorluğu zamanında Hristiyanlığın bu kadar efsane yaratması matbaanın henüz keşfedilememiş olmasına yorulurdu. Oysa bunun tam tersi doğrudur. Bugün günlük basın ve telgrafın bir günde yarattığı efsane, eskiden bir yüzyılda yaratılandan daha fazladır.” (Kugellman’a Mektup. K.Marks. 1871)

    Propaganda ve yayın faaliyeti

    Devrimci mücadele bir devrimciden iradesinin ve enerjisinin bütününü ister. Ve bu irade ve enerjiyi kullanmak bir devrimci için en büyük mutluluk kaynağıdır. Eğer bugün Varola gelen bütün toplumların tarihi sınıf savaşımları tarihidir diyorsak, sınıf savaşımlarının insanlığa bıraktığı en büyük mirasın egemenlerden taleplerde bulunmak ve onların inisiyatifleriyle kazanım elde etmekten ziyade kazanımların ancak mücadele ile elde edilebileceği gerçekliğidir anlayışını da savunmak gerekir. “bu mücadele sınıflar mücadelesidir. Burada el titremesine, tereddüte, kararsızlığa yer yoktur.” diyen Mahir, bu kavganın kararlı ve mücadele de ısrarcı bireylerin davası olduğunu belirtmiş aynı zamanda devrimci mücadelenin salt bir entelektüel faaliyet olmadığını şu sözlerle vurgulamıştır. “Biz Marksizmi entellektüel gevezelik ve dünya devrimci hareketinin trafik polisliğini yapmak için okuyup öğrenmiyoruz. Biz dünyayı değiştirmek için, dünyanın Türkiye’sinde devrim yapmak için Marksizmi öğreniyoruz!”. İşte bu durum Marks’ın devrimci bireylerin niteliğine dair evrensel önermesi olan 11. Tez’inin kendisidir.

    Edilgenliğin ve kendiliğindenciliğin gelişimi özünde toplumun gelişme yasalarını ve tarihsel gelişimini algılayacak bilgi ve gözlem yetisine sahip olamamaktan kaynaklanır. Bu bağlamda öncülük vurgusu gelişmeleri doğru okuma, tarihsel gelişimi doğru algılama ve ona müdahil olabilmekle cisimleşen bir olgudur. Söz konusu özellik, öncünün bilinç ve iradi müdahaleciğini kapsar. Bilmek ve yapmak arasındaki diyalektik bağ Marks’ın devrimci niteliğe yaptığı vurgunun da en canlı ifadesidir.

    Devrimcilerin amacı işçi sınıfı ve tüm emekçi kesimleri bilinçlendirmek, örgütlemek ve toplumsal dönüşümü emekçi halkın çıkarı için hızlandırmak ve bunun temellerini sağlamlaştırmaktır. Bu durum ise ancak baştan aşağıya devrimci disiplin ve ahlak anlayışıyla donanmış kadroların yer almasıyla şekillenen organizasyonun eseridir. Lenin, Ne Yapmalı’ da esas vurguyu bu temelde şekillendirir. Hatta Lenin böylesi bir durumu aynı eserinde Rusya özgülünde şöyle tespit eder ve şu değerlendirmede bulunur. “Rusya’da yığınların kendiliğinden kabarışı, öyle büyük bir hızla gelişti ki, genç sosyal demokratların bu devasa görevi yerine getirmekte hazırlıksız oldukları ortaya çıktı. Bu hazırlıksızlık hepimizin ortak talihsizliğidir. Yığınların kabarışı kesintisiz bir süreklilikle gelişti ve yayıldı; yalnızca başladığı yerlerde devam etmekle kalmadı, yeni yörelere, toplumun yeni katlarına yayıldı. Ama devrimciler bu kabarışın gerisinde kaldılar, hem teorileriyle hem de eylemleriyle gerisinde kaldılar; onlar bütün harekete yön verebilecek olan değişmez ve sürekli bir örgüt kuramadılar.”(Bkz. Lenin Ne Yapmalı?)

    İşte bizler her tür olumsuzluğa karşı ısrarla bu niteliğin vurgusunu yapmaya çalışıyor, kapitalizmin her türlü köhnemiş, liberal düşüncelerine karşı, insanlığın yıllardır sürdürdüğü mücadeleden damıtılan duruşu kendimize rehber alıyor, devrimci havuzun çapını da niteliğini de yükseltmeye çalışıyoruz. Bugün neredeyse kapitalizmin olanca gücüyle sürdürdüğü saldırganlık karşısında hiçbir zaman olmadığı kadar doğru bir duruşa ve örgütlü mücadeleye gereksinim var. Bu aynı zamanda tarihsel bir sorumluluktur. Ve bu sorumlulukların içinde, fikri yönlendirmelerde titizlik, dönemin nitelikleri gereği öne çıkmıştır.

    Bu bağlamda yaratılmış olan zehirli iklime karşıt, bir panzehir oluşturmadan çıkılamayacağı bilinmelidir. Bu panzehir her ne kadar doğru bir duruşu içselleştirmekse de esas tayin edici yön bu duruşu kitleler ve yığınlar içerisinde de yaygınlaştırabilmektir. Eğreti muhalefet niteliğinden de çaptan düşmeden de sıyrılmanın tek yolu budur.

    Kapitalizmin onca silahına karşı çözüm araçları ise tüm sınırlı imkanlara, yasaklamalara ve baskılara rağmen vardır.

    DEVRİMCİLERİN SİLAHLARINDAN BİRİ DE AJİTASYON VE PROPAGANDADIR

    Sık sık vurgu yapılan bir gerçekliktir. Burjuvazi yakaladığı konjonktürel avantajın yardımıyla kavramların içini boşaltıp yerine kendi argümanlarını koyarak bilinçleri çelmelemeye çalışmaktadır. Evet toplum tarafından felsefe deyince boş laf, politika deyince yalanın anlaşılması için yoğun bir faaliyet yürütülmektedir. Ancak bu tanımlar sadece burjuva ideolojisi için doğrudur. Burjuvazi kavramların içini boşaltmakla kalmayıp; içeriğini de kendi düşüncesiyle doldurmaktadır. Egemenler ideolojik araçlarıyla (okul, medya, kurumlar vb.) kendi sistemlerine uygun bir toplum biçimlendirmeye çalışıyorken; sisteme karşı savaşan devrimciler de kitlelere bilinç ve hareket kabiliyeti taşımak için sıkça ajitasyon ve propagandaya başvurur.

    Propaganda yüzyıllardır egemenlerin ellerinde kitleleri manüple edebilmek için kullanılan en önemli araçlardan biridir. Genel anlamıyla işlevi iç ve dış siyasette atılacak her adımın bilinçlerde yer etmesini sağlamakla birlikte kitleleri istenen yöne doğru hareketlendirmenin zeminini yaratmaktır.

    Devrimci çalışmada ve kitlelerle bağ kurmada en önemli araçlardan biri de yayın faaliyetidir. Bu anlamda Marks’tan Lenin’e Mao’dan günümüze dek süregelen en önemli faaliyetlerden biri de budur. Teoride’ki zenginliği kadar savaşçı bir kişiliğe’de sahip olan Marks’ın bir yayıncı olarak da mücadeleye ne kadar çok katkısının olduğu bilinir. Bu durum Lenin, Mao ve Mahir için de geçerlidir. Mahir’in savaşçı kişiliğinin yanında hem iyi bir hatip olması, hem de adeta bir yazın ustası olması onun devrimci mücadeleyi/teoriyi ne kadar içselleştirdiğinin de göstergesidir. İsmini saydığımız ve sayamadığımız önderlerin her şart altında devrimci propagandaya dolayısıyla kitlelerle bağ kurabilme konusunda gösterdikleri titizlik/ısrar bu alana ne kadar önem verdiklerinin ifadesidir.

    Bilindiği gibi Marks sert bir savaşçı olmaktan hiçbir zaman geri durmadı.“Filozoflar sadece dünyayı çeşitli şekillerde yorumluyorlar, önemli olan, dünyayı değiştirmektir” diyen Marks, sadece “kalemle yazanlar” olarak nitelediği gazeteci türünü de sıkça eleştirdi. Onun için gazeteci savaşa, mücadeleye kendini adayandır önermelerinde bulundu. Devrimciler için basın “halk iletişimi” (kamusal iletişim) aracıdır dedi. Ve Marks’a göre teori ve pratikteki diğer bir amaç, “gerçek” olanı, “doğru” olanı takip etme, arama olarak vurgulandı. Bu amaç, toplumdaki sosyal, ekonomik ve siyasal çevrenin gazetecilik ve gazeteciler için biçtiği önemli bir görevdir.

    NE YAPMALI?

    Devrimci mücadelede Lenin’in “Ne Yapmalı?”sı bugün hala güncelliğini korur. Zira bu eserin içerdiği tezler salt Rusya’nın veya Lenin’in tecrübeleri ile sınırlı bir kapsam olmaktan çok ötededir. Yaşanan tüm siyasal pratiklerin yaşamdan süzülüp damıtılan gerçekliğidir. Bu anlamıyla bütün zamanları kapsayan diyalektik bir bütünlük içerirken, aynı zamanda da bütün ülkeler ve ezilen halklar için devrimci sosyalist çalışma, örgütlenme, ajitasyon ve propaganda üzerine temel ilkeler bütünüdür de diyebiliriz onun için.“Ne Yapmalı?”nın amacı Devrimci Örgüt anlayışından politik araçların değerlendirilmesine, siyasal mücadelenin biçimlerinden ajitasyon ve propagandanın içeriği ve önemine kadar bir çok konuda ekonomistlerle Lenin’in tezleri arasındaki derin görüş ayrılıklarını açıklamak ve bunları bir örgüt ve çalışma planı halinde ortaya koymaktı. Ne yapmalı aynı zamanda Lenin’in mücadele anlayışının, bir siyasal parti önerisiyle birlikte ortaya koyduğu eleştirilerinin yeni bir düzlemde ele alınmasını içerir. Lenin, siyasi mücadelenin, merkezi bir örgüt eliyle ve bütün Rusya çapında ele alınması gerektiğini düşünmektedir. Güçlü bir merkezden yönetilecek “devrimciler örgütü” fikri, ekonomistlerin yerel mücadeleleri öne çıkaran anlayışının tam karşıtıdır. Lenin, sorunu merkezi ve yerel gazeteler örneği üzerinden tartışır. Rusya çapında bir illegal yayının nitelikleri hakkında ilk ipuçlarını da burada verir. Değişik bölgelerdeki işçilerin çeşitli sorunlarına ait doğru bilgileri elde etmenin ve bunlar hakkında Rusya çapında yayın yapmanın gerekliliği üzerinde durur. Propaganda da en önemli araçlardan biri yayın faaliyetidir.

    Lenin örgütlenme sorunlarını ele alan Nereden Başlamalı adlı ünlü makalesinde, nüfusun azıcık olsun siyasal bilince erişmiş olan her kesiminde siyasal teşhir için bir tutku yaratmalıyız der.

    Ulus çapında teşhirler için gerekli kürsüyü devrimci hareketin merkezi siyasal yayını kuracaktır önermesinde bulunur.

    Yayın faaliyeti devrimci Hareketin gelişmelere ilişkin politik önermelerinin yaygınlaştırılması ve eğitimi için önemli bir araçtır. Ve kitlelerin bilincini hemen her olanağı kullanarak istediği gibi yönlendiren egemen propagandaya karşıt bir yön verme faaliyetidir. Tabi ki kitlelerin eğitimi salt yayın faaliyeti ile gerçekleşmez. Ama devrimci yayın organlarının kitlelerin eğitimi, dönüşümü için önemli bir araç olduğu da yadsınamayacak bir olgudur.

    Lenin’in Rusya çapında emekçilerin temsilcisi olan bir yayın organının gerekliliğine her fırsatta değinmelerde bulunurken, onun bu görüşünü “kırtasiyecilik” olarak tanımlayanlarda olmuştur. Ancak Lenin kendisine her fırsatta böylesine fütursuzca saldıranlara karşı yayın faaliyetinin önemini şöyle dile getirmiştir. “ iyi eğitilmiş güçlü yerel siyasal örgütler olmadan, en kusursuz biçimde örgütlendirilmiş olsa da, bütün Rusya için en iyi gazete dahi hiçbir işe yaramaz. Bu tamamen doğrudur. Ama bütün sorun şu ki; güçlü siyasal örgütleri eğitebilmek için bütün Rusya’yı kapsayan bir gazeteden başka araç yoktur… sosyal demokrat görevlerin soysuzlaştırdığı zamanımızda “canlı siyasal eyleme” başlamanın tek yolu, canlı siyasal ajitasyonlardır, bunu da sık sık çıkan ve düzenli bir biçimde dağıtılan Rusya için bir gazetemiz olmadıkça sağlayamayız” (Bkz. Lenin Ne yapmalı?)

    Yayın faaliyetinin doğru kavranmasına ilişkin en önemli örneklerden biri de Çin Devrim tarihidir. Parti yayın organlarının her şart altında düzenlenerek basılması ve gizli yollarla kitlelere ulaştırılması konusundaki gösterilen çabalar parti kadrolarının yayın faaliyetine gösterdikleri değeri yansıtır. ÇKP yayın organı olan İleri gazetesi onca zorluğa rağmen evlerde yada kırlarda kurulan seyyar matbaalarda basılarak propagandistler ve kadrolar tarafından halka ulaştırılmış ve partinin fikirleri kitlelerin örgütlenmesini sağlamıştır.

    Ustalardan öğrendiğimiz en önemli özelliklerden biridir. Devrimci mücadelede yığınları kucaklayabilmenin yolu, onlara doğru zamanda doğru politikalarla ve doğru araçlarla ulaşabilmektir. Evet bugün belki de Sartre’nın “toplumun içinde her şey yitiyor” sözü somut olan yaşamsal pratikte kendini ortaya koyuyor. Özellikle de ektiğini biçebilmenin yada karşılığını bulabilmenin her zamankinden daha da zorlaştığı böylesi bir süreçte. Ancak ne kadar da yalıtılmaya çalışılırsa çalışılsın devrimci mücadelenin gerekliliği her geçen gün biraz daha kendisini hissettiriyor.

    Bu anlamda en önemli örneklerden biri de Devrimci Gençlik ve Devrimci Yol dergileridir. Devrimci Yol’un belki de daha da zor süreçler içerisinde karanlıklardan sıyrılarak kitlelerle buluşması bunun en somut ifadesiydi. Burada ayağı Türkiye toprağına basan ve sorunlara somut ve gerçekçi/gerçekleşebilir çözümler arayan tarzı belirleyiciydi. Bilindiği gibi öncesinde yayın hayatına başlayan Devrimci Gençlik dergisi ilk sayısından itibaren soyut bir teorik tartışmanın içine girmekten kaçınan bir tarzı benimsemişti. Devamında içinde yaşanılan dönemdeki somut siyasal gelişmeler/olaylar ve bu olayların olası gelişme eğilimleri tartışılmış, bu gelişmeler karşısındaki doğru devrimci tavrın ne olduğu ortaya konmuştu. Gelişen siyasal pratiğin ortaya çıkardığı sonuçlar değerlendirilmiş, bu sonuçlardan, karşılaşılan sorunların çözümünde veri olarak yararlanılmıştı. Siyasal pratiğin dayattığı oranda devrimci hareketin temel teorik sorunları tartışılmaya açılmış, bu tartışmalarda geçmiş ve güncel deneyimlerin sonuçlarından yararlanılmıştı. Güncel gelişmeler henüz insanların belleğinde canlı iken üretilen alternatif, somut devrimci politikalar; kitleler tarafından daha kolaylıkla kavranılmaya başlanmış, devrimci çalışma alanları hızla genişlemeye başlamıştı. Devrimci hareket, kendi gelişiminin ön koşullarını da kendisi hazırlama çabasına girmişti. Devrimci Gençlik-Devrimci Yol düşüncesinin çok geniş kesimlerden kabul ve destek görmesinin en büyük nedeni, içinde yaşanılan döneme uygun somut politikalar üretebilmesi ve bunu hayata geçirmedeki kararlılığı olmuştu. Dolayısıyla Devrimci gençlik ve Devrimci Yol’un kitlelerle buluşması siyasal alanda önemli ölçüde etkisini hissettiren bir rol oynamıştı. Bu süreçte gerçekleştirilen alternatif politikalar ve pratik tavır alışlar, devrimci hareketi oluşturan birikimde önemli bir rol oynamıştı.

    Devrimci Gençlik/Devrimci Yol militan ve kadrolarının neredeyse semt semt, sokak sokak, amfi amfi hatta köy köy dolaşıp siyasal çalışmalar örgütlemesi, devrimci hareketle kitleler arasında giderek organik bağlar oluşmasına imkan sağlamıştır. Dolayısıyla bu çalışmalar kısa sürede devrimci hareketin toplumun her alanında tanınmasına yol açmış, kurulan ilişkiler, politik yayınlar sayesinde diri tutulmuş ve neredeyse Anadolu’nun tamamında ulaşılmadık hiçbir yerin kalmaması sağlanmıştır. Ve süreç içerisinde Devrimci Yol dergisi’nin tirajı yüzbinlerle ifade edilir hale gelmiştir. Bu başarı esas itibariyle hem devrimci politikanın hem de yaygın siyasal çalışmayla birlikte devrimci propaganda araçlarının doğru kullanılmasıyla yaratılmıştır.

    Sonuç olarak;

    Bu örneklerle kastedilen salt yayın faaliyetinin önemi değildir. Bu aracı doğru değerlendirebilmenin önemidir ve Lenin’in her kadro aynı zamanda bir yayın örgütleyicisidir vurgusunun kendisidir.

    Bugün yaratılmaya çalışılan siyasal kuraklığında, bilinçlere vurulan pranganın parçalanmasının da yolu siyasal müdahalenin çapının yükseltilmesinden geçiyor. Bu ise teoride ve pratikte doğru konumlanmaktan geçer. Bunun için devrimcilerin ellerindeki araçlar ne kadar sınırlı olsa da mevcuttur ve hala işlevini korumaktadır. Yeter ki bu araçlar irade ve bilincin süzgecinden geçerek doğru bir şekilde değerlendirilebilsin.

    TEK YOL DEVRİM

    DEVRİMCİ HAREKET

    Sayı 36 (Mayıs – Temmuz 2012)




  • Küreselleşme ve Ulus Devlet

    Emperyalizmin, ideolojik aygıtlar aracılığıyla bilinçlere pranga vurma veya bir çeşit ideolojik renk körlüğü yaratarak karayı ak gösterme gayreti, çeşitli araç ve yöntemlerle sürmektedir.

    ‘Algı yönetimi’ olarak adlandırılan çaba da aynı amaca hizmet etmek üzere teşkilatlanmış kuruluşlarca sürdürülmektedir.

    “Dünyaya gözlerini ve kulaklarını kapama; ama, ben ne gösteriyorsam, onu gör; ne söylüyorsam onu işit; algı sınırların bu çerçevede kalsın” dercesine, bilinç dünyasına el atan emperyalizm, maaşlı hizmetkarlarına bilim dünyasından basın dünyasına kadar hemen her alandan yeni hizmetkarlar katmıştır.

    Egemenler adına fikir satıcılar, ideoloji ve kültür yapıcıları, kendilerinin panzehiri olarak bildikleri öğretilere ve onların tayin edici roldeki kavramlarına bir yandan ateş ederken diğer yandan onun yerine geçecek fikri sistemler ve kavramlar üretirler. Bu nedenle günümüzde en çok saldırıya uğrayan öğreti Marksizm olmuş; çağımızın niteliklerini doğru saptamak açısından tayin edici önem taşıyan emperyalizm tespiti (ve de kavramı) ise değişim gürültüleri arasında tedavülden kaldırılmak istenmiştir.

    Yeni Dünya Düzeni, küreselleşme gibi kavramlar, sistemin kalıcılığını/alternatifsizliğini bilinçlerde tesis etmek amacıyla ortaya atılmıştır. Burada önemli olan, hangi kavramın hangi içerikte piyasaya sürüldüğünün bilincinde olmaktır. Örneğin küreselleşme kavramını, ‘küresel faşizm’, ‘küresel saldırı’, ‘küresel direniş’ biçiminde kullanmak yanlış değildir. Nihayetinde bir kavramdır ve yerinde kullanılmasında bir sakınca yoktur. Ne var ki, emperyalizm kavramının dillerden düşürülmeye çalışıldığı bir dönemde, bu çabaya karşı durmak açısından, daha fazla kullanılması, doğru ve yerinde bir tercih olacaktır. Üstelik bugün egemenler açısından her şeyin hala emperyalizm dahilinde gelişiyor olması sebebiyle, olguların yorumlanmasında da isabet oranını arttıracaktır.

    Marksistler, kendi fikri dünyalarıyla en barışık olması gereken kesimdir. Bu nedenle emperyalizm kavramını, olguları anlatma kabiliyeti daha zayıf olan ve ideolojik çarpılmaya da basamak oluşturan başka kavramlarla ikame etme ihtiyacı duyulmamalıdır.

    Bizler, gerekli yer ve biçimlerde küreselleşme kavramını elbette ki kullanacağız. Önemli olan, emperyalizmin değiştiği, yerini küreselleşmenin aldığı, ulus devletin tarihe karıştığı biçimindeki yönlendirmelerin etkisine girmeden, bağımsız bir siyasal duruşun argümanlarını kendi fikri dünyamızdan seçebilmektir.

    Küreselleşme gerçekte ne yenidir, ne de salt emperyalizm sürecine ait bir olgudur. Ve müslümanlığın küresel bir hareket olması gibi farklı yer ve biçimlerde kullanılmıştır. Aynı şekilde

    Yüzyıl önce küreselleşmenin çapı öyle büyüktü ki, 1890’ların sonunda Kuzey’den Güney’e sermaye transferi, 1990’ların sonunda olduğundan daha fazlaydı. Artan ekonomik bütünleşmenin en belirgin işaretlerinden biri olan ihracatın, küresel üretim içindeki payı 1913’te 1990’da olduğundan daha büyüktü. (Wayne Ellwood, Küreselleşmeyi Anlama Kılavuzu, s:16, Metis Yayınları)

    ‘Emperyalizm hiç mi değişmedi?’ diye sorulabilir. Elbette ki değişti; ama yaşanan değişim, Lenin tarafından nitelikleri tanımlanan emperyalizmi nitel değişime uğratmamış; aksine, o niteliklerin sonuçlarını büyütmüş/derinleştirmiştir. Örneğin sermaye ihracının artışı, mali sermayenin egemenliği veya spekülatif sermayenin safındaki ve hareketliliğindeki artış rahatlıkla izlenebilmektedir. Döviz piyasası işlemleri takip edildiğinde, mali sermayenin büyüyen hareketi, vurup kaçan niteliği ve spekülatif kazançları kolaylıkla görülebilir. Aynı şekilde kapitalizmin, saldırganlıkta (özellikle 89 sonrasında) daha dizginsiz/kuralsız olduğu gözlenmektedir. Açlık, sefalet ve savaş sebebi olmak; yayılmacılık, yıkıcılık hala kapitalizmin temel niteliklerindendir. Ve Irak’ta görüldüğü gibi klasik sömürgeci tarzları denemekte dahi bir sakınca görmemektedir. Yani onlar emperyalistliğe devam ediyor; bizim ‘küreselleşen sol’umuz ise, onlara olumluluk atfetmeyi kendine vazife sayıyor.

    Küreselleşmenin ulus devleti parçaladığı, sınırların ortadan kalktığı ve tüm insanlığın hizmetine sunulan, bağrında demokrasiyi de taşıyan enternasyonal bir gelişmenin yaşandığı önkabulü ile ayda iki-üç kez talep listesi sunan ve bunun gerçekleşeceğine inanan ‘sol’ kesimler gibi, ulusal sınırlar içinde artık hiçbir şey yapılamayacağına kanaat getirerek, halkı karşısında bir turiste dönüşen ‘sol’ kesimler de vardır ki bu, küreselleşme (emperyalizm) değirmenine soldan su taşımış olmaktadır.

    İşte bizler, bu bilinç ve öngörü ile bir küreselleşme dosyası hazırladık. Özellikle fikri karmaşanın giderilmesine hizmet etmesi açısından, önemli bir işlevinin olacağına inanıyoruz.

    KÜRESELLEŞME

    Emperyalizm çağı bütünüyle bir tekelleşme çağı olmakla birlikte tekelleşme, hiçbir zaman olduğu yerde kalmıyor. Giderek çok daha farklı alanlara, çok daha güçlü ekonomik alanlara ulaşıyor. Yakın zamana kadar dünya genelinde pazarın önemli bir bölümünü denetleyebilecek az sayıda tekel henüz oluşmamıştı ve tekeller arası dünyanın paylaşımı söz konusuydu. Ama giderek tekellerin daha da yetkinleşmesi ve birbirleriyle bütünleşmesi sonucunda neredeyse dünya genelinde pazarın önemli bir bölümüne sahip olabilen tekeller ortaya çıktı. Bu tekellerin ortaya çıkması, dünya genelinde emperyalist sömürünün sürdürülmesini kolaylaştırdı.

    Küreselleşme, ticaretin küreselleşmesini beraberinde getirdi. Yani dünya genelinde emperyalist sömürüyü sürdürebilecek önemli bir pazar payına sahip olana tekeller ortaya çıkınca; yerel işbirlikçi tekel ya da tekel grupları, dünya genelindeki bu büyük tekellerin pazara girişinin önünde engel oluşturmaya başladı. Ve sonuçta, yerel tekeller ile işbirliği yapmak yerine, onların el koyduğu artı-değer payına göz dikildi. Çünkü bugüne kadar emperyalist tekeller, yerel tekel gruplarıyla işbirliği yaparak, onlara sömürüden sınırlı miktarda pay bırakarak sömürülerini sürdürüyordu. Ama şimdi artık yerel işbirlikçi tekel gruplarını da tasfiye ederek, onların pazar payına ve artı değer sömürüsünden elde ettiği kara el koyarak tek başına dünya genelinde hakimiyeti sürdürebilecek bir hale geldiler. Amaçları buydu; ekonomik olarak da bu olanağa sahiptiler. Ama, önlerinde bir başka engel vardı; yerel işbirlikçi tekel gruplarının elindeki siyasal erkin etkisizleştirilmesi gerekiyordu.

    Küreselleşmenin meşruiyeti, bilinçlere adım adım kazınmasından geçiyordu; bunun için teknolojik tüm imkanlar kullanıldı ve ideolojik bir kuşatma gerçekleşti. Gerçekte dünya ölçeğinde sermayenin egemenliğinin önündeki tüm engellerin kaldırılmasını amaçlayan bu hamle; emeğin, mal ve hizmetlerin dünya genelinde sınırsız dolaşımının önündeki engellerin kaldırılması olarak yansıtılıyor, gerçekler gizleniyordu. Buna, teknolojik olarak iletişim araçlarının gelişmesi ve bu alanda yaşanan tekelleşme büyük oranda hizmet etti. Medya kuruluşları ve iletişim araçları tekelleşerek, az sayıda şirket, tüm telekomünikasyon sisteminin dünya genelinde yüzde seksenine sahip hale geldi. Dolayısıyla iletişim araçları da tekellerin egemenliği altına girince, bu ideolojik motifin (küreselleşmenin yararlarının) en geniş kitlelere çok yoğun bir bombardımanla iletilmesinin önü de açılmış oldu. Böylece küreselleşme düşüncesinin güncelleştirilmesine ve yaygınlaştırılmasına ideolojik bir kimlik de hazırlanmış oldu.

    Küreselleşme saldırısının önündeki engellerden biri de sosyalizmin bir seçenek olarak halkların önünde duruyor olmasıydı. Rakip bir alternatif gücün varlığı sebebiyle sömürü belirli bir oranda tutuluyor, kazanılmış hakların üzerine gidilemiyor ve sosyal alanlara belirli oranlarda da olsa yatırım yapılıyordu. Uluslararası düzeyde hala bir BM hukukundan bahsedilebiliyor, güçlü bir Bağlantısızlar Grubu’nun varlığı, dengeleyici rol oynayabiliyordu. Bütün bunlar, 1990’lar öncesinde globalleşmenin bu boyutta tartışılabilmesinin ve hayata geçirilebilmesinin önündeki engellerdi. Ama blok olarak Sovyetler’in yıkılışı, sol ideolojinin eski prestijini kaybetmesi dünya genelinde siyasal anlamda da küreselleşmenin önünü açar hale geldi.

    Güçlü alternatif bir odağın olmadığı dünyada globalleşme gibi çok soyut, aslında hiçbir sınıfsal içeriği olmayan bir düşünce, bütün dünya genelinde pazarlanabilir hale geldi. Büyüğün küçüğü tasfiye ettiği, tekellerarası kapışma, uzun yıllara yayılacak bir süreçtir. Artık yerel işbirlikçilerin varlığına da tahammül etmeyen emperyalist tekeller, girdikleri alanlarda şu veya bu oranda dirençle karşılaşmaktadır. Türkiye’de Uzanlar’ın başına çorap örülmesi, Sabancı’nın elinden Toyota’nın alınması, Karamehmetler’in sıkıştırılması, aynı sürecin halkalarıdır. Örneğin İtalyan firması Ariston, yaklaşık on yıl önce Türkiye pazarına girdiğinde, ‘Biz Arçelik’e rakip olmayı düşünmüyoruz’ diyordu. O zaman Türkiye pazarının %50’sinden fazlasına Arçelik, Beko ile birlikte hakimdi. Diğerleri ile birlikte düşünüldüğünde ithal ürünlerin payı %2-3 civarındaydı. Şimdi pazar payının %25’ini ele geçirmiş durumdalar. Burada giden, Arçelik’in pazarı oldu. Yani Türkiye’nin rakip tanımayan en büyük tekel grubu, on yılda pazarın %20’sini kaptırdı. Demek ki süreç, yerel tekel gruplarının aleyhine gelişiyor; direnç, süreci uzatıyor, ama tasfiyeyi önleyemiyor. Şimdi sırada Telsim ve Turkcell var. Sahip olunan pazarın iştah kabartıcılığı dışında, telekomünikasyon alanının bir özgünlüğü var. 21.yy’da özellikle kişi özgürlüklerine yönelik çok özel bilgilerin arşivleneceği telekomünikasyon alanında, iplerin dünya genelinde az sayıda şirkette olması, emperyalizmin temel politikalarındandır. Diğer bir ifadeyle emperyalizm, telekomünikasyon sisteminin bütün dünyadaki egemenliğinin; üst düzeydeki kadroları ve teknolojisi denetlenebilen az sayıda firmanın elinde olmasını istiyor. Çünkü bu cep telefonları ağı ile insanların nefes alışları, konuşmaları, hareket grafikleri ve sağlık sorunları dahil her şey denetlenebilecek. Şu anda bu denetim büyük oranda yapılıyor zaten.

    Telsim’den sonra Turkcell de emperyalist tekellerin kuşatması altına girmiş durumda. Her ne kadar Karamehmetler biraz daha dirençli ise de hedefe konan avın ele geçirilmesi için ne gerekiyorsa yapılacaktır. Mesela Turkcell’in açıklarından biri, Telekom’la arasında, toplanan hasılatın paylaşılması konusundaki eşitsizliktir. Telekom şimdilik böyle bir parayı Telsim’den tahsil ediyor; ama Turkcell’den de tahsil edileceğine dair ipuçları var. Telsim’den on yıl geçmişe dönük olarak istenen para, faiziyle birlikte Telsim’in şu anki bütçesini ve maddi alt yapısını aşıyor. Ayrıca Motorolla’ya olan borçları da devlet üstlenecek; bunun karşılığında büyük olasılıkla Telsim’e el konacaktır. Zaten İtalyan Telekom şirketinin talebi de buydu; pazardaki payını artırmış ve istasyon sorununu çözmüş olacaktır. Aynı şey medya kuruluşlarında da beklenmelidir.

    Yakın zamana kadar, yeni sömürgecilik olgusu içinde yaptığımız değerlendirmede, emperyalizmin yerli işbirlikçileri aracılığıyla pazarı genişlettiğini söylüyorduk. Ama, emperyalizmin artık buna bile tahammülü yok. Kar oranlarındaki düşmeyi telafi edebilmek ve o eğilimin etkilerini azaltabilmek için, nerede kâr kayıpları varsa, o alanları maksimum kârı gerçekleştirecek şekilde düzeltme-temizleme gayreti içindedir. Bu amaçla yeni sömürge ülkelerde işbirliği halindeki yerel tekel gruplarının tasfiyesini, onların alanına tümüyle egemen olmayı, onların işbirliği içersinde bulunduğu siyasal yapıların da tasfiyesini ve doğrudan bağımlılık ilişkileri geliştirmeyi hedefliyor. Bu gelişme, oligarşinin kapsamını daha da daraltacaktır. Emperyalist tekeller, egemen olarak doğrudan varlık gösterirken, bunun yanında işbirlikçileri de olacaktır. Hatta özelleştirmeler sebebiyle, emperyalist tekellerin çoğunlukta olması beklenmelidir. Kaldı ki emperyalist tekeller artık, parakende ticarette bile doğrudan ve yoğun biçimde yer almaktadır. Emperyalist tekellerin bir niteliği de sadece falanca yerde genel merkezi olan bir şirketten ibaret olmayışlarıdır. Aşağıdan yukarı devlet mekanizmasından bürokrasiye, parlamentodan etkili diğer alanlara kadar uzanabilen geniş bir ilişki ağına sahiptir. Çünkü onlar sadece ekonomik anlamda değil, tüm kurum ve imkanlarıyla geliyorlar. Karar alma süreçlerine sızmaktan, yasa hazırlamaya ve siyasal yapıyı belirlemeye kadar etki alanları giderek artmaktadır.

    Genelkurmay’a yönelik müdahale de küreselleşme kapsamında bir olgudur. Hatta sadece Genelkurmay’a değil, Türk siyasal sistemine yapılan bir müdahale sözkonusu. Türkiye’de çeşitli darbelerle Kemalist gelenek tasfiye olmuş olsa da bir düşünce, milliyetçi bir eğilim olarak yok edilemedi. Faşizmin de kitle tabanı oluşturmasına yol açan bu milliyetçi olgu, Türkiye devletinin temel niteliklerinden birisi olduğu kadar, faşizmin de niteliklerinden biridir. Ve bugün artık, milliyetçi kimlik globalleşme önünde bir engel olarak görülmektedir. Yakın zamana kadar, anti-komünizm teranesiyle birlikte milliyetçilik, emperyalist düşünce ile paralel bir noktaya getirilebilmişti. Dolayısıyla ABD ve emperyalizm, Türkiye’de en sağlıklı müttefik olarak milliyetçileri bulmuştu. Komünizmin bir tehdit olarak ortaya çıkmasından bugüne dek müttefik olunan milliyetçilik (en kaba anlamıyla milliyetçilik), globalleşme döneminde artık açık işgali bile düşünebilen emperyalizm açısından bir tehdit/ayakbağı oluşturmaya başladı. MHP ile iplerin koparılması ve onun yerine ılımlı İslami tezlere sahip olan AKP’ye geçiş süreci bir tesadüf değildir. Hatta, yıpranan bir seçenek yerine, daha canlı/dinamik gibi görünen bir seçeneğe geçiş; yani basit bir at değişikliği olarak da görülmemelidir. Sözkonusu olan, Türkiye’deki siyasal yapıyı da değiştirmeyi amaçlayan bir müdahaleydi. Milliyetçilik (milliyetçi temelde politika üretmek) bu amaçla hedef tahtasına kondu.

    Son dönemlerde faşistlerle kemalizm adına hareket eden kesimler, milliyetçilik ortak paydasında buluşmuştur. Bu eğilim, devletin karar alma mekanizması içerisinde oldukça güçlü bir yoğunluk oluşturmaktadır. Saldırının asıl olarak Genelkurmay Genel Sekreterliği’ne yönelik olması, kurumun niteliği ile ilintilidir. Çünkü, yöneticileri emekli olan, sık sık değişen bürokratik mekanizmalardan farklı olarak Genel Sekreterlik, kalıcı ve etkili bir kurumdur. Tabii bunun yanında Devlet Planlama Teşkilatı gibi devletin diğer kurumlarına, kadrolaşma olgusuna, vb. müdahale edilmiştir.

    Yok edilmek istenen milliyetçi eğilimin anti emperyalizmle ilgisi yoktur. Bu, karıştırılmamalıdır. Globalleşme ideolojisinin; ilerici, devrimci-demokrat bir direniş noktasına tahammülü olmadığı gibi artık milliyetçi bir direniş noktasına da tahammülü yoktur. Ve bunun karşısında rastlanan reaksiyon temelli bütünleşmelerin (İP,MHP,BBP,ADD, vb.) anti-emperyalizmle hiçbir ilintisi olmadığı gibi, faşizme kitle tabanı oluşturma potansiyeli taşıyor olması sebebiyle de gerici ve tehlikelidir. Bu süreçte kemalizm çeşitli kişi ve yapılarca bir zırh olarak da kullanılmaktadır.

    MGK’dan DGM’ye, RTÜK’ten YÖK’e kadar uzanan tartışmalara dikkat edilecek olursa; dünden bugüne varlık gösteren kurumlarla çıkarları bütünleşmiş odakların, emperyalizmin ihtiyaçlarına göre yeniden yapılanma eğilimine karşı direnişini yansıttığı görülür. Yani her şey sistem içinde cereyan etmektedir ve özellikle bir kesim diğerinden daha ileri değildir.

    KÜRESELLEŞMENİN İLERİCİLİK ADINA SAVUNULABİLECEK HİÇBİR YANI YOKTUR

    Küreselleşmeye güzelleme yapılırken, en çok öne çıkarılan olgulardan biri de emeğin serbest dolaşımıdır. Gerçekte bu, sermayenin serbest dolaşımının (yani sınırsız saldırısının) gölgelenmesi için ortaya atılmış, yanıltma/yönlendirme amaçlı bir argümandır. Bir an için emeğin serbest dolaşımının önündeki yasal engellerin kalktığını varsaysak dahi bu, sosyal bir varlık olan insana ait çeşitli özelikler sebebiyle fiilen pek de geçerliliği olan bir olgu değildir. Bir insanın doğduğu, yaşadığı, sosyal ilişkilerinin geliştiği bölgeyi terkedip bir meta gibi, üretilen bir kurşunkalem gibi; burada üretilip dünyanın bir başka bölgesine pazarlanıyormuş gibi, her şeyini bırakıp gidebilmesi de pek mantıklı/olası değildir. Önemli ve öncelikli olan; insana, kendi bulunduğu yerde yaşamını sürdürebilecek, insanca yaşanabilecek koşulların sağlanmasıdır.

    Bugün sistemi olumlamak üzere örnek gösterilen Avrupa ülkelerinde bile böyle bir özgürlük yoktur. Emek karşılığını bulamamakta, işsizlik yoğunlaşmakta ve emekçilere, neredeyse yeni sömürge ülkelerden daha geri yaşama/çalışma koşulları dayatılmaktadır. Avrupa Birliği’nde olsun ABD’de olsun çalışma yaşamına ilişkin ard arda çıkan yasaların yüz yıldır kazanılan bütün hakları gasp ettiği bir dönemde, buna rağmen bütün dünyadan çok yoğun iş ve işçi göçü olduğu bir toplumda, “sosyal devlet” görüntüsü adına sahip olunan avantajların sonuna gelindiğini söylemek mümkündür. Bu ülkelerde, globalleşmeyle birlikte, üst gelir gruplarının (emekçilerin değil) vergi oranları düşürülmekte, vergi geliri azalmakta ve sonuçta, devleti küçültme bahanesiyle sosyal harcamalar kısılmaktadır. Sonuç olarak bu, söz konusu ülkelerde emekçilerin yaşama koşullarının giderek geriye gitmesi demektir.

    Burada asıl olarak sistemin özüne bakmak gerekiyor. Ekonomik globalleşme olarak tanımlanan model; emek nerede ucuzsa; işgücü nerede ucuza malediliyorsa, üretimi orada yapmaktır; bunun Almanya, Japonya, Arjantin veya bir başka ülke olması fark etmiyor. Ancak böyle bir modelin de sistem açısında vaad ettiği riskler, hafife alınacak cinsten değil. Örneğin bugün Çin’de, ucuz işgücü sebebiyle bir üretim yoğunlaşması söz konusu. Büyüyen üretim potansiyeli sebebiyle 20-25 yıl sonra, şimdikinin on katı bir üretim kapasitesine ulaşmış bir Çin; yıllık %7-8’lik bir büyüme hızıyla toplam dünya üretiminin neredeyse üçte birine ulaşırsa; sonuçlarını bugünden kestirmek zor, ama sistem açısından kabul edilir olmayacağı kesindir.

    Bir başka varsayımla, üretimin giderek daha yoğunlukta, emeğin en ucuz olduğu ve nüfus olarak yoğun üç dört ülkeye (Çin, Endenozya, Hindistan, Brezilya gibi) kaydırıldığını düşünelim. Bu ülkelerde dünya nüfusunun neredeyse yarısı yaşıyor. Eğer bu ülkelerdeki emeğin ucuz olması nedeniyle, nüfuslarına göre iki katı bir üretim potansiyeli düşünülürse, tüm dünyadaki üretimin dörtte üçünün bunlar tarafından yapılması anlamına gelir. Bu dünyada muazzam bir dengesizlik yaratır. Mesela, kendi topraklarından çok, yayılmış olduğu pek çok ülkede üretim yapan Amerika, sonuçta bu modelle kendi kendini vuracaktır. Çünkü kapitalizm salt üretim değil, aynı zamanda tüketimdir. Tüketimin olabilmesi için ücret gerekmektedir. Üretimin bir başka ülkeye kaydırılması demek, tüketimin de orada olması demektir. Bu, örneğin Amerika’da pazar alanının daralması demektir. Pazar alanının daralması iç tüketimin kısılması anlamına gelir; bu bir döngüdür ve sonuçta o ülkeyi bir krizle vurur. Bugün Alman ekonomisindeki daralmanın da nedenlerinden biri budur. Üretimi yaygınlıkla Avrupa dışına taşımış olmanın vermiş olduğu gizli bir işsizlikten söz ediliyor. Almanya’daki işsizlik bugün %13’leri bulmuş durumda. Gerçi bu yüzde içinde, Doğu Almanya’daki sanayi yapısının yok edilmesi, onların yerine batıdaki fabrikaların üretimlerinin doğu pazarına egemen olması gibi bir faktör de var.

    Benzer bir durum Avrupa Birliği ve Japonya için de geçerli. Japonya’da yaşanan son krizin arkasında bunu da aramak gerekiyor. Japon tekellerinin, ülke dışında yoğun biçimde üretimi var; ama kendi ülkelerinde sınırlı bir tüketim söz konusu. Gerçi bu; Japon halkının tüketim alışkanlıklarının olmamasına bağlanıyor; ama mesele bu denli basit değil.

    Üretimi dışarıya kaydıran ülkeler; tekel karını, sanayi üretimi dışındaki harcamaları (askeri harcamalar, bilimsel teknolojik alanlara yatırım gibi) arttırarak yani üretken olmayan alanları gündemde tutarak iç pazarı bir ölçüde koruyabilir. Ama bunun da bir sınırı var. Ekonomideki daralma nedeniyle kendi kendini vurabilir. Ayrıca, temel üretim alanlarına yönelen ülkelerin dünya ticaretinde bu kadar büyük miktarda pay sahibi olmaları, her zaman için bu kadar ucuz iş gücüyle çalışabilecekları anlamına gelmez. Üretim alanlarında büyüyen ve örgütlülüğe ulaşan işçi sınıfının mücadelesi, dünya genelindeki dengeleri altüst edebilir.

    Konu bağlamında, son DTÖ toplantısında 23’ler blokunun almış olduğu karar da büyük önem taşımaktadır. Gelişmiş ülkeler, toplantıya; dünya ticaretinin önündeki bütün engellerin kaldırılması, mal ve hizmetlerin serbestçe dolaşımının önünün açılması gibi çok somut bir öneriyle geldiler. Ama, 23’ler diye bilinen ve tüm az gelişmiş ülkelerin desteğini alan bloktan, beklenmedik bir yanıt aldılar. Kendilerine dayatıldığı gibi, gelişmiş ülkelerin de tarıma yönelik sübvansiyonları kaldırmalarını, haksız rekabete son vermelerini, aksi taktirde gündemi görüşmeyeceklerini söylediler ve toplantı, hiçbir karar alınmadan dağıldı. Bu ülkelerin bir özelliği de nüfus ve üretim kapasitesi olarak dünyanın ABD, AB ve Japonya’dan sonra gelen en büyük ekonomileri olmalarıdır.

    Yukarıda da belirttiğimiz gibi emperyalist tekeller, artık işbirlikçi tekel gruplarını tasfiyeye yöneliyor, onların kar paylarına da el koymak istiyor; işte DTÖ’de yaşanan direnişi bu bağlamda düşünmek gerekiyor. Çıkarları sarsılan tekeller, el ele verdi. Tabii, bunun bir de ülkedeki tarım kesimlerinin beklentilerine yönelik boyutu var. Söz konusu olan ülkelerde köylülük, nüfusun yaklaşık %60’ını oluşturuyor. DTÖ’ye taşınan tepkinin bir boyutunun da, iktidarlar için oy potansiyeli olan bu kesimlerin beklentileri ile ilintili olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü sübvansiyonların dayatılan biçiminin ket vurduğu, tasfiye ettiği en önemli güç köylülüktür.

    Ülkemizde de önümüzdeki süreçte en fazla dinamikleşecek, radikalleşecek güç olarak görülmelidir. Birkaç yıl sonra, doğrudan gelir desteğinin kesileceğini ve bitirilmesi için özel çaba harcanan üretim alanlarının yerini üretimsizliğe bırakacağını düşünürsek; bunun sonuçlarının (özelikle örgütlü bir yönlendirme halinde) dalga dalga yayılacağını görebiliriz. Pancar kooperatiflerinin aldığı tavrı ve gazetelere peş peşe verdiği ilanları aynı sürecin bir unsuru olarak görmek gerekiyor.

    Emperyalist tekellerin her zaman gönlünde yatan, tarıma yönelik bu saldırı, sanayi kesimine oranla, biraz daha gecikmiş bir biçimde gündeme geldi. Çünkü, sanayi kesiminde yaşanan, büyüğün küçüğü tasfiyesi; bir rekabet, bir çeşit ticari kural olarak görülüyordu. Fabrikalar satın alınıyor, ihtiyaca göre kapatılıyor veya üretime devam ediliyordu. Burada doğrudan zarar görenler, burjuvazinin bir kesimiydi; bir tekelleşme yaşanıyordu ve çok fazla tepki görmüyordu. Ama şimdi söz konusu olan, milyonlarca insanın bire bir yoksullaştırılması, sınıf olarak ortadan kaldırılmasıdır; buna karşı sessiz kalınma olasılığı yok.

    EMPERYALİST TEKELLER DE ULUS DEVLET OLGUSUNDAN BAĞIMSIZ DEĞİLDİR

    Küreselleşme çağında artık emperyalist tekellerin bir ulus devlete ihtiyaçları kalmadığı düşüncesi, sol dahil çeşitli kesimlerde yaygın biçimde savunulmaktadır. Gerçekte ise, emperyalist tekelleri ulus devletin dışında düşünmek, büyük bir yanılgıdır. Dünya ölçeğinde bir egemenlik kurmaya çalışıyor da olsa, uluslararası tekeller, bir araç olarak ulus devlete ihtiyaç duyuyor. Aslında tekel, belli bir ulusla ayrıcalıklı ilişkileri olan, ulusal devlet aracılığıyla egemenliğini (dünya egemenliği de dahil) pekiştiren, yayılması büyük oranda ona bağlı olan bir güçtür. Bu şekilde olmayan bir tekel grubu, yani ‘dünya tekeli’ gibi ulusal kimliği olmayan bir tekelden söz etmek mümkün değil.

    Ulus ötesi her şirketin ardında onun ayakları üzerinde durabilmesini sağlayan kendi yerel devletine ve başka iş güçlerine ulaşmasını sağlayan diğer devletlere dayandığı, ulusal bir üs vardır. (Ellen Meiksins Wood, Küresel Kapitalizmde Emek, Sınıf ve Devlet, Özgür Üniversite Forumu, Temmuz-Eylül 2001, s:95)

    Şirketlerin genellikle merkezlerini; vergi, ticaret, vb. kolaylıklar sağlayan yerlerde kurdukları, hesaplarını orada tuttukları bilinir. Mesela, pek çok şirketin merkezi Kanarya Adaları’ndadır. Ama Kanarya Adaları’nın dünya genelinde bir inisiyatifi, siyasal anlamda ve pazar alanlarının denetlenmesi anlamında bir gücü yoktur. Kanarya Adaları’nda merkezi olan tekel gruplarının arkasında; Almanya, Fransa, ABD, Japonya gibi güçlü ülke devletleri vardır. Yani onlar, Kanarya Adaları’nın değil; Almanya, Fransa, İtalya vb’nin tekelidir. Dünya genelinde bir egemenliğe soyunan her tekel grubunun arkasında bir ya da birkaç ulus devlet vardır. Bir tekel grubunun arkasında birden çok ulus devletin olması, o tekel grubunun çeşitli ülkelerde egemen sınıflar içersinde ön plana çıkması ile ilintilidir. Örneğin Türkiye’de emperyalist tekellerin ve onların işbirlikçilerinin çıkarlarının gözetilmesi işi bizzat ulus devlet aracılığıyla geçekleşmektedir.

    1.Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında; Rusya, Osmanlı, Avusturya-Macaristan gibi çok uluslu feodal imparatorlukların parçalanması ve birçok ulus devletin ortaya çıkması, yine emperyalist çıkarlar dahilinde mütalaa edilmelidir. Hatırlanacak olursa Lenin emperyalizm çağında burjuvazinin devrimci barutunun tükendiğini ve halkların kurtuluş mücadelesine önderlik edemeyeceğini söylüyordu. Feodal imparatorlukların parçalanmasıyla ortaya çıkan devletlerin, emperyalizmle daha başlangıçta bütünleşmiş olarak biçimlenmesinin (yarı sömürge ve giderek yeni sömürge) nedeni budur. Yani buradaki ulus devletlerin ortaya çıkışı emperyalizmin o ülkelerde ve dünyada egemenlik kurma anlayışına denk bir durumdur.

    Emperyalizmin o süreçte ilgi boyutu da mevcut zenginliklere, kaynaklara göre değişiyor. Örneğin Türkiye’yi düşünürsek; Osmanlı Devleti’nden kalan Orta Anadolu (kıyılar hariç) çorak, ekonomik ve doğal kaynaklardan yoksun bir bölgedir. Anadolu bozkırları bu bağlamda emperyalistler açısından bir çekicilik oluşturmazken; Musul-Kerkük gibi petrol alanları için Lozan’da sonuna kadar mücadele ediliyor. Yani Orta Anadolu neredeyse gözden çıkarılırken; Irak, Filistin gibi yerler için yoğun bir çaba harcanıyor.

    KÜRESELLEŞME ULUS DEVLETİN ANTİTEZİ DEĞİLDİR

    3. Bunalım dönemiyle beraber yeni sömürge ülkeler emperyalizmle daha çok bütünleşmiş ve giderek doğrudan bir ilişkilenmeye doğru evrilmiştir. Günümüzde, küreselleşmeyle beraber, yerel tekel gruplarının ve onlarla işbirliği halindeki siyasal iktidarların gücü ve manevra alanı daralırken; emperyalist tekellerin dayanağı olan ulus devletlerin egemenlik alanı genişlemiştir. Yani yeni sömürge ülkelerdeki ulus devletlerin ekonomik ve siyasal yaşama etki gücü sınırlanırken, emperyalist tekellerle bütünleşen devletler, dünya egemenliğine soyunmuştur. Benzer şekilde, Çin’in DTÖ içinde almış olduğu tavrı da ulus devlet ile ilişkilendirmek mümkündür.

    Kapitalizm varoldukça, egemenlerin bir ulus devlete ihtiyaç duyacağını söyleyebiliriz. Belki sınıfsal kombinasyon yani devlete egemen yapının sınıfsal niteliği daralabilir; ama, her halükarda bir devlete ihtiyaç olacaktır. Emperyalizmin girdiği alanda kapitalizmi geliştirmek, sömürüsünü güvenceye almak, meta giriş çıkışını kolaylaştırmak gibi nedenlerle de olsa bu ihtiyaç her zaman olacaktır.

    Küresel pazarda sermayenin devlete ihtiyacı vardır. Sermaye, birikim koşullarını ve rekabetçiliği sürdürmek için doğrudan sübvansiyon, vergi verenlerin masraftan kurtarılması operasyonları da dahil (Meksika, Asya Kaplanları) değişik yollarla devlete ihtiyaç duyar.

    Yoksunluk ve ‘esneklik’ karşısında iş disiplini ve toplumsal düzeni sağlamak ve işgücü hareketliliğini engellerken sermayenin hareketliliğini artırmak için devlete gereksinimi vardır. (age. s:95) Ters orantı (veya anti tez) iddialarının aksine küreselleşme ve ulus-devlet olgusunun karşılıklı olarak geliştirici, tamamlayıcı bir etkisi vardır.

    Ulus devletin küreselleşmeyle beraber gereksizleşeceği düşüncesinde olanların yanılgılarından biri de, bir iktisadi sistemi salt tekellerden ibaret görmektir. Egemenler dışında orta ve küçük burjuvazinin varlığı, başlı başına, bir devleti ihtiyaç haline getirir. Kaldı ki tekeller arasında bile, baskı aracı olan devlette etkili olma mücadelesi vardır. Örneğin ABD’nin Irak’a yönelik saldırısına olur veren tekeller gibi çıkarları bu tarz ile uyuşmayan tekeller vardır. Ve devlet, ağırlıklı olanın eğilimine göre rol almıştır. Bu da bir ulus devletin işlevinin devam ettiğinin bir göstergesidir.

    EMPERYALİST TEKELLERİN TÜRKİYE’DEKİ İŞBİRLİKÇİLERİ İLE BERABER UZANLAR’I TASFİYESİ ULUS DEVLET ARACILIĞIYLA OLMUŞTUR

    Elinde medya gücünü bulundurarak tehdit, şantaj, rüşvet vb. yöntemlerle palazlanan ve yıllardır bilinen tüm usulsüzlüklerine rağmen üzerine gidilemeyen Uzan’ın bir anda boy hedefi olması ve hızlandırılmış bir operasyonla tasfiye edilmesi, kimilerince iddia edildiğinin aksine, Tayyip’in marifeti değildir; hele ki, temiz toplum, yolsuzlukların üstüne gitmek, vb. hiç değildir. Ülkemizde “Uzan”lar çoktur ve İmar Bankası, el konan pek çok bankadan sadece biridir. Ne var ki, buradaki el koyma yöntemi de amaç da farklıdır. Eğer mesele, Genç Parti’nin seçimlerde AKP’nin önünü kesme potansiyeli sebebiyle Tayyip’in kararlaştırdığı bir operasyon olarak görülürse; o zaman öze inilememiş, magazin haberleriyle yetinilmiş olur.

    Gerçek neden, telekomünikasyonun artan önemi sebebiyle, emperyalist tekellerin; Telekom’un özelleştirilmesi, GSM alanında etkili olunması ve Uzanlar’ın bankacılık alanındaki payına elkoyma hesapları dahilinde hareket etmesidir. Burada AKP için ancak, sırtını dayadığı emperyalist tekellerden aldığı güçle cüretkar davranmış ve kendi gönlünden geçeni de yapma imkanı bulmuştur diyebiliriz.

    Bilindiği gibi cep telefonu, insan yaşamının her anına tanıklık eden ve hemen her insanda bulunan bir araca dönüşmüştür. Ayrıca, geliştirilen teknolojik özellikleri ve kazandırılan yeni işlevlerle insanın yaşamına giderek daha fazla girecek olan cep telefonları ile (kapalı olma durumunda dahi) taşıyıcısının o an nerede olduğunu saptamak, hassaslaşan alıcı niteliğiyle etrafındaki her sesi dinlemek mümkün hale gelecek ve giderek özel yaşamın gizliliği bütünüyle ortadan kalkacaktır. İşte, gerek bu nitelikleri gerekse karlılık oranı sebebiyle cep telefonları, emperyalist tekellerin ilgisine mazhar olmuştur. Bu konuda ilk adımı atan İtalyan sermayesi, Aria-İş Bankası ortaklığından sonra, istasyon sorunu nedeniyle Aycell’i de kendine katmış; ne var ki, bu da ihtiyacını karşılamaya yetmemiş ve sonuçta Telsim’e göz dikmiştir. Uzan’ın infazını hazırlayan temel nedenlerden biri budur. Zaten Telekom’un özelleştirilmesi, IMF aracılığı ile uzun süredir dayatılıyordu. Bu bağlamda, söz konusu operasyon, çıkarlarına denk düştüğü için, Amerikan sermayesi tarafından da desteklenmiştir.

    Burada Uzan’ı tanımaya çalışalım. Türkiye’de ilk özel televizyona sahip olan Uzan, Özal dönemi de dahil, bu aracı mümkün olan her biçimde kullanmış; gizli kameradan telefon dinlemelere kadar her yolu denemiş ve büyüdükçe, yolsuzluk yapma kapasitesini de büyütmüştür. Amerikan şirketlerini dolandıran, Adana’da enerji açısından Sabancı’yı bile kendisine bağlayan, medya alanında Doğan Holding’in karşısında bir tehdit gibi duran Uzan, sonunda, ortak çıkarların operasyonuna uğramış ve bu işin taşeronluğu AKP’ ye düşmüştür. Kı sacası, tekeller arası bir çeşit it dalaşı da sayılan bu operasyon İtalyan sermayesinin, ABD’nin, IMF ve TÜSIAD’ın ortak operasyonudur ve bir oyuncu, oyun dışına atılmıştır.

    Operasyonu özgün kılan nedenlerden biri de İş Bankası’nın tasfiyeci bileşenlerden biri olmasıdır. İş Bankası, arkasında özel bir sermaye gücünün olmamasıyla ve kuruluşundan bugüne, devlet içinden destek görmesiyle, hissedarları arasında CHP’nin olması gibi özgünlüklerle bilinir. Önü sürekli olarak, ‘gizli eller’ce açık tutulan İş Bankası, devletin bir çeşit ‘özel kasası’ olarak işlev görmektedir. TÜPRAŞ’ın özelleştirilmesi gündeme geldiğinde, buna karşı çıkan Genelkurmay’ın, daha sonra TÜPRAŞ’ın İş Bankası’na verilmesine rıza göstermesi, sözünü ettiğimiz ilişkinin bir devamı olarak algılanmalıdır.

    ÇÖZÜLMEKTE OLAN ULUS DEVLET DEĞİL “SOSYAL DEVLET”TİR

    2.Yeniden Paylaşım Savaşı sonrasında uygulamaya konan sosyal devlet olgusu, sanayinin güçlendirilmesi, iç pazarın geliştirilmesi gibi iktisadi boyutlar taşısa da bir yanıyla da prestijinin en üst noktasında olan sosyalizme karşı atılmış, ideolojik içerikli bir adımdı. Bu adımın bağımlı ülkelerdeki karşılığı ‘ithal ikameci sanayileşme’ idi. Türkiye’de bu süreç, 1960 sonrasına denk düşüyor.

    Sistemin güvenceye alınması ve yeniden üretilmesinde bugün de önemli rolü olan devletin işlevini bir ‘güvenlik birimi’ sınırlılığında görmek yanıltıcı olur.

    Son birkaç on yılda şirketlerin en önemli politik zaferlerinden biri, vergi oranlarını düşürmek oldu. İngiltere’de 1979’da %52 olan kurumlar vergisi 2000’de %30’a düştü… ABD’de kurumlar vergisi gelirleri 1950’de kamu gelirlerinin %30’unu oluştururken, bugün %12’sinden azını oluşturuyor.” (Wayne Ellwood, Küreselleşmeyi Anlama Kılavuzu, s:58-59, Metis Yayınları)

    Aynı şekilde IMF borçlarının topluma maledilmesi ve ödenmesinin sağlanması da devletin hizmetleri/işlevleri arasındadır.

    1990 ile 1997 arasındaki sekiz yılın altısında, gelişmekte olan ülkeler aldıkları kredilerden daha fazlasını borç ödemesi (faiz artı ana para ödemesi) şeklinde geri verdiler: Güney’den Kuzey’e toplam 77 milyar dolar aktarıldı. Yeni borçların çoğu üretken yatırımlara değil, faiz ödemelerine harcandı.” (age. s:46)

    AB İÇERİSİNDEKİ BÜTÜNLEŞMELER ULUS DEVLETİ YOK ETMİYOR

    Avrupa’da bırakalım ulus devletin yok olmasını, aksine hemen tüm ülkelerinde şaşırtıcı boyutlarda bir milliyetçileşme yaşanıyor. 50 milyon insanın ölümüyle sonuçlanan bir faşizm sürecinden geçmiş olan Avrupa’da milliyetçilik faşizmle özdeş görülmekte ve insanlık suçu sayılmaktadır. Buna rağmen milliyetçiliğin dört nala gelişmesi, akla bir başka boyutu getiriyor. Milliyetçiliğe sebep olabilecek birden çok neden bulunsa da asıl nedenin tekellerin sınır tanımayan egemenliği olduğunu söyleyebiliriz. Buna ve sonuçlarına duyulan tepki, sisteme alternatif olabilecek güçlü bir sol hareketin bulunmadığı koşullarda milliyetçi tavır alışa yol açıyor. Bölgesel farklılıkları, o bölgedeki insanların, sınıf ve katmanların çıkarlarını ülke düzeyinde savunabilmeyi; birlikler, sendikalar tarzında savunabilmeyi sağlayacak merkezi yapıların olmaması, bu sonucu doğuruyor. Tabii bu arada egemen sınıflar, var olan siyasal yapılara ve Avrupa Birliği olgusuna karşı tavır alışın hedefini saptırmak için yabancı düşmanlığını kaşımakta, çeşitli ülke halklarından olan yabancıları bu sorunun müsebbibi olarak göstermektedir.

    Bir süredir Almanya ile Fransa arasında yaşanan birleşme çabalarının sonuç vermesi durumunda da ortaya çıkan şekillenme, ulus devleti yok etmeyecek; daha geniş bir coğrafya üzerinde, daha büyük bir burjuva kesimin (tekellerin) dünya genelindeki politikalarını/çıkarlarını savunabilecek yeni bir ulus devlet anlamına gelecektir. Başlangıçta belirli çelişmeleri olsa da sonuçta bu birleşmeden her iki ülkenin egemen sınıfları kazançlı çıkacaktır. Gerçi bu tür süreçler, ilk bakışta görülmeyecek denli güçlükler taşır ve düz bir hat izlemez. İki Almanya’nın birleşmesinde de görüldüğü gibi, başlangıçta egemenler birbirine ket vuracak, bütünleşme zaman alacaktır. Yani iki ülke arasındaki sınırı kaldırarak üretim iki katına çıkmış, pazar otomatik olarak genişlemiş olmuyor. Teknolojik farklılık, sanayileşme politikalarındaki farklılık, tüketim alışkanlıklarındaki ve tüketim kalıplarındaki farklılık gibi pek çok etken, bir sorun olarak yansıyacak; yani 1+1=2 etmeyecektir. Sadece dil bile başlı başına bir sorundur. 2,5 milyon nüfusa sahip Belçika’da bile, 2 dil konuşuluyor olması birçok soruna neden oluyor. Ayrı okullar kuruyor; birbirinin okuluna, mahallesine gitmiyor; yerel seçimlerde sorunlar yaşanıyor. Bu arada Belçika, söz konusu bütünleşmenin üçüncü parçası olmayı kararlaştırdı. Yani şu an Belçika’daki iki halk dil konusunda anlaşamazken, birleşme durumunda ikisi de kendi dilini konuşamayacak. Bu çok zor bir süreçtir ve uzun bir zaman alacaktır. Gerçi piyasa kurallarının her şeyi belirleyebileceğine dair bir beklenti var. Ekonomik değerler, piyasa kuralları açısından belki bu mümkündür; ama, onun dışında düşünce sistematiği, din, ulusal kimlik gibi faktörler var. Tabii buradaki güçlük, yine de bir Avrupa Birliği yaratmanın güçlüğü boyutunda değildir.

    Sonuçta iki ülke de neredeyse benzer bir iktisadi yaşam düzeyine sahip; yıllarca da hemen hemen aynı gelişkinlik düzeylerine ulaşmış, benzer ortak değerleri savunmuştur.

    KÜRESELLEŞMENİN HALKLAR AÇISINDAN VAADETTİĞİ SORUNLAR NELERDİR?

    Küreselleşme, sadece yeni sömürge ülke halklarını değil, emperyalist-kapitalist ülkelerdeki halkları da yoksulluğa mahkum edecek bir süreçtir. Çünkü globalleşme, emperyalist tekellerin dünya genelinde egemenliğini en uç noktada pekiştirmesi ve saldırısıysa, bu saldırıya, tüm dünya halkları hedeftir. Belki başlangıçta yeni sömürge ülke halkları yoksullaşma, mülksüzleşme yaşayacak, ama bu giderek, emperyalist ülke halklarını da kapsayarak genişleyecektir. Burada söz konusu olan, emperyalist sömürünün en üst düzeye çıkarılması ise, en ufak bir dinamik, en sıradan demokratik bir talep bastırılacak, şiddetle karşılık bulacaktır.

    Egemenleri cesaretlendiren olgulardan biri de örgütsüzlüktür. Dünya genelinde sendikaların bu kadar işlevsiz hale gelmiş olması, globalleşmenin sonuçlarından bağımsız değildir. Baskı ve sömürünün bu denli yoğunlaştığı bir tarihsel kesitte, emek örgütleri genelde sol düşüncenin uğradığı aşınmadan da payını almıştır. Çünkü sendikalar, asıl güçlü siyasal kimliklerini, örgütlülük olarak niteliklerini sol düşünceyle birlikte kazanmışlardır. Gerçi sol düşüncenin oluşmasından önce de emek örgütleri vardı; ama, bunların toplumsal güç haline gelebilmeleri, bir mücadele/direniş odağı olabilmeleri, sol düşünce ile beraberdir. Bugün sendikaların bu boyutta işlevsiz hale gelmelerinde sol düşüncenin uğradığı irtifa kaybının rolü yadsınamaz.

    Tabii tek neden bu değil. Globalleşmenin ve sonuçlarının zorunlu ve hatta alternatifsiz bir gidişat olarak bizzat sendikalar tarafından savunulur olması, ortadaki sonucun bir tesadüf olmadığını gösteriyor.

    Sol’a saldırılar ne denli dışarıdan yapılmış olursa olsun, bugünkü sonuçta, solun ideolojik olarak kendi kimliğini yitirmesinde, gönüllü tasfiyeci öznelerin/önderliklerin büyük payı vardır. Dikkat edilirse son 15 yıldır sol ideolojiye, burjuva ideolojisi tarafından yapılan saldırılar sonucunda, devrimci saflarda ideolojik anlamda bir çöküş yaşanmamıştır. Tersine sol ideoloji, içeriden, bizatihi sol ideoloji içerisinde yer alan önderler tarafından ihanete uğrayarak çöküşe zorlanmıştır. Yani sol düşünce dünyada kendi teorisyenleri tarafından terkedilmiş ve sonuçta yerine burjuva ideolojisi ikame edilmiştir. Önce kavramlar hedef tahtasına konmuş; dünü, bugünü ve hatta geleceği açıklamada temel öneme sahip kavramlar işlevsizleştirilip terkedilmiş; sonra da onların yerine, tam da globalleşmeyle örtüşen ideolojik bir kimlik eşliğinde burjuva biçimleri geçirilmiştir. Türkiye’de yaşananlar da bundan farklı değildir. Globalleşme tartışmalarını Türkiye’ye öncelikle sol taşımıştır. 1980 sonrasında ilk defa sol, globalleşmeyi tartışmış; daha sonra ‘Kuruçeşme’, ÖDP, vb. süreçlerle asıl meyvelerini vermiştir.

    DEVRİMCİ HAREKET

    Sayı 11 (Ocak 2004)




  • Devrimci Ayıklanma

    İnsanlarda umutsuzluk, kadercilik, baş eğme ve baş edememe hali var. Bu, kavgaya da sevda ya da yansıyor. Kavgada büyük oynamak, hedefi büyük koymak, engellerin büyüklüğü karşısında yılgınlığa düşmemek, yani ısrarcılık nasıl gerekiyorsa; sevdada da kanaatkarlık değil; yaşam kalitesini yukarıya çekme, hedefi büyütme gayreti olmalıdır.

    Özellikle televizyonun etkisiyle toplumun algılamasında, bir magazinleştirme/parodileştirme gözleniyor. Gerçek ile onun magazinleştirilmiş hali arasındaki açı, aynı zamanda toplumsal yozlaşmanın, yabancılaşmanın şiddetini ele veriyor. Bu, bir anlamda etken değil edilgen, üreten değil tüketen, kendisi yapmayan veya verilenle yetinen bir toplum demektir. Ve sonuçta bu durum karşımıza, yaşamın her alanında bir kısır döngü olarak çıkar. Sinema filmleri, gerçeklikten koptuğu oranda ilgi görmeye başlar. Mizahın, “belden aşağı” ve kişiliği aşağılayan türü daha çok rağbet görür. Gerçekleri yansıtan değil, seçilmiş resimlere uydurulmuş altyazı geçen gazeteler daha fazla tiraj yapar. Ayaküstü tüketilen hızlı yiyecek gibi bilgi edinme ve düşünme süreçleri dahil, yaşamın her kesitinde bir “kısa devre” hali gözlenir. Aşklar, ayaküstü başlar ve “ayaklar yere ermeden” tükenir.

    Toplum içerisinde, bu teslim alıcı, kısırlaştırıcı ve kişilik tüketici dalgaya karşı en korunaklı, dolayısıyla da en şanslı kesim devrimcilerdir. Onlar hala; kaderini eline alabilme, bilgiyi doğru yerden edinme, ticarileşmemiş bir aşk yaşama, bir romanın satır aralarında sörf yapabilme veya bir dava/amaç için mücadele etmenin o müthiş doyuruculuğunu yaşama avantajlarına sahiptir. Fakat, son yıllarda giderek artan biçimde; yemyeşil bir bahçeye giren “zararlı”nın o pürüzsüz yeşile leke düşürmeye başlaması gibi devrimci yaşam alanlarında da kısırlaşma boy göstermeye başladı.

    Diyalektik ve tarihsel materyalizmi kendine yöntem edinen, dolayısıyla yaşamının her kesitinde bilimin eşliğinde yürüyen (yürümesi gereken) devrimciler, kimliğin gerekleri karşısında uyguladıkları perhiz, düştükleri hantallık sonrasında dışsal faktörlerin etkisine maruz kalmakta, kendisi olmaktan çıkmakta ve kitaplardaki tanım ile fiili görüntü arasındaki açı giderek büyümektedir.

    Öznellik, yöntemden çalmak, kurallardan kaytarmak, kavgaya da sevdaya da gölge düşürür . Hele ki bu, kavgasını sevdası gibi, sevdasını kavgası gibi yaşayanlar üzerinde çok daha fazla bozucu bir etki yaratır. Devrimciler, sistemin yaşama ve insana yönelik geliştirdiği kelepçeleri olduğu kadar, özgürlük olgusunun öneminin ne denli büyütülebileceğini ve dolayısıyla bugün ne oranda kısır kaldığını bilebilecek, görebilecek bir yönteme sahip olmaları sebebiyle, “azıcık aşım ağrısız başım” diyerek kenara çekilemez. Muhalif olmakla yetinemez. Olayların nedenlerine inebildiği için, sonuçları daha sakin ve olgunca karşılar.

    Sanata, estetiğe öncelik verir; ama, bunu hiçbir zaman şaşaa, gösteriş olarak algılamaz. Mücadele ettiği sistemin ideolojik-kültürel kodlarına mesafeli durur, ona öykünme ihtiyacı duymaz. Çünkü bu alanda kendisinin çok daha fazla verimli olma şansı vardır. Dostlarıyla, yoldaşlarıyla veya halkla kurulan ilişkilerde; rekabet, yarış, didişme durumuna düşmez; çünkü o alanda üretilen her artının aynı havuza aktığını, kendisini ve bastığı toprağı geliştirdiğini bilir.

    Devrimciler, karşıtlarının iddialarının aksine, birey olabilmek, kendi ayakları üzerinde durabilmek, kendi yolunu kendi güç ve imkanlarıyla açabilmek için en elverişli kimliğin özneleridir. Bu bağlamda, bireye ayrıca vurgu yapma ihtiyacı duymaz. Toplumsal olanı öne çıkarır; bireyciliği ise yargılar.

    Yüzyıllardır biriken, pratik içinde süzülerek nitelik kazanan ve kuşaktan kuşağa taşınan devrimci normlar, bugün özel bir aşındırmaya, çözülmeye uğratılmadığı ilişkilerde gerçek karşılığını bulmakta, bocalama için herhangi bir neden bulunmamaktadır. Ne var ki, devrimciliğin en sıradan ölçeğinin eğilip-büküldüğü, keyfiyetin öne çıktığı, kuralların öznelliğe göre by-pass edildiği ilişkilerde sonuç çok farklı olmakta; devrimciliğe dair pozitif tanımlar fiili karşılığını bulamamaktadır. Bilinmek durumundadır ki, eğer bir kişi, çevre veya yapı; devrimci geleneğe, norm ve değerlere göre değil, kendi öznel hesap ve ihtiyaçlarına göre hareket ediyor; devrimin genel kazanımlarını değil, kendi daraltılmış kazanımlarını gözetiyor; bununla motive oluyor; bununla sevinip bununla üzülüyorsa, ortada devrimcilik olarak adlandırılamayacak bir durum var demektir.

    Kimi ölçüler; koşullara, yer ve zamana göre değişmez. Devrimcilerin sekter olma, kabalaşma, tembel davranma, daralma ve duyarsızlaşma, bencilleşme hakkı/lüksü yoktur. Bunlar, gerçekte niteliği ele veren göstergelerdir. Devrimcilere sıradanlaşmak da feodalleşmek de yakışmaz; çok daha ileri, rafine bir duruşun gerekleri mümkünken azla yetinmek, tırmanmayı reddetmek “devrimci” tanımı ile bağdaşmaz. Bu nedenle bugün, ortaya çıkan norm karmaşasını ve bulanıklığı aşmanın, yani netleşmenin yolunu, bir çeşit devrimci ayıklanmada aramak gerekiyor.

    Arayış olarak, yenilenme olarak yansıyan ve genellikle devrimcilere mesafe koymakla sonuçlanan kimi çabalarda gözlenen eksiklik, “derinlik” iddiasına rağmen devrimci süreçleri en kabalaştırılmış biçimiyle algılamaktır. Örneğin Mahirlerin, THKP-C’nin salt silahlı propaganda ile anılması, bugün o değerleri yaşam içerisinde yeniden üreterek devamını mümkün kılan devrimci yapılanmaların ise dar ve dogmatik bir kavrayış (bir tekrar) içindeymiş gibi görülmesi; gerçekte söz konusu yapıların değil, “gözlemci”nin darlığını ele vermektedir.

    Devrimin uzun süreli bir halk savaşından (Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi) geçerek başarıya ulaşacağını savunan ve bu öngörü paralelinde örgütlenen yapılar, sanki savaşı keyfi olarak uzatma eğilimi taşıyormuş gibi yansıtılabilmekte; halk savaşının belirli bir aşamasında gerekli gördükleri silahlı propaganda ise; üç-beş kişinin sağa sola ateş ederek halkı örgütleme gayreti olarak yorumlanabilmektedir. Gerçekte ise, devrimcileri çok genel çerçevede dahi tanıyan her insan bilmektedir ki, devrimciler bırakalım savaşı uzatmayı, tek bir yumruk dahi atmadan özgürlüğün yolunu açabilmeyi en çok isteyebilecek kesimdir. Şiddet meraklısı olmak bir çeşit hastalıktır ve bunu devrimcilere yakışık görmek, ya cehaletin ya da kötü bir niyetin ürünü olabilir ancak.

    Sağa-sola ateş etme meselesine gelince; bunu, egemen güçlerin resmi ve sivil uzantıları, pek çok dönem çeşitli nedenlerle yaptılar. Aynı şekilde bunu bir serseri veya sarhoş da yapabilir.

    Ama, eylemi, politikanın devamı olarak gören; politik çizgisini de sınıfsız, sömürüsüz, şiddetsiz, özgür bir dünya hedefine göre oluşturan devrimciler, hiçbir zaman, hiçbir nedenle “sağa-sola ateş etmeyi eylem olarak seçmezler . Bunda, kendileri terörün gerçek müsebbibi olan egemenlerin, devrimcilere yönelik kara propagandalarının etkisi var ise de, bir diğer etken solda durduğunu söylediği halde solu tanımayan ve bolca zarar veren; az düşünüp az üreten kesimlerdir.

    Mahir, silahlı propagandayı hiçbir zaman askeri bir kavrayışla ele almaz. “Silahlı propaganda, askeri değil politik mücadeledir. Ferdi değil, kitlevi mücadele biçimidir

    ” der. Buna rağmen, birileri silahlı propagandayı “bireysel terör” eylemi gibi yansıtmayı tercih eder. Aynı konuda Mahir, “

    Silahlı propaganda, belli bir devrimci stratejiden hareketle, emekçi kitlelere elle tutulur, gözle görülür maddi ve somut eylemlerden hareketle soyuta gider.” der. Ama tüm bu vurgular veya bu gelenekte, gerillanın bile askeri değil, politik bir kişilik olarak tanımlanmasındaki nitelik ve hassasiyet; çarpıtma maksatlı kafalara bir şey anlatmaz; onlar bildiğini okur.

    Bugün silahlı propaganda verilmesi halinde, “devrimci bir stratejiden hareketle” süreç değerlendirilecek, amaç-araç ilişkileri doğru kurulacak ve bütünlüklü bir çabaya hizmet eden vuruşlar yapılacaktır. Yani 70’li yıllarda bir banka soygunu o günün koşullarında etkili olabiliyor ve silahlı propaganda olarak işlev görebiliyordu diye bugün bu elbette ki tekrar edilmeyecektir. Zaten devrimci eylemin kavranılışına böyle bir kabalık atfetmek hiçbir dönem gerçek devrimcilerin işi olmamıştır.

    Silahlı propagandanın “suni denge” ile doğrudan ilintisi olduğu bilinir; hem buna anımsatma yapmak hem de hafızaları tazelemek açısından Devrimci Hareket’ten kısa bir aktarma yapmakta yarar var.

    “Suni dengenin kırılması çok karmaşık bir süreçtir. Bu sürecin herkesi, her sınıfı ve katmanı aynı zamanda ve aynı oranda etkilemesi düşünülemez. Benzer şekilde hangi faktörlerin, eylemlerin suni dengenin kırılmasında çok etkili olduğu/olacağı da bugünden belirlenemez. Mesela bu doğrultuda, Susurluk olayı ölçü alınabilir; yaratıcı bir yaklaşımla yeni yöntemler geliştirilebilir. Örneğin, Susurluktaki kamyonun yerine duyulacak bir silah sesi, en büyük propaganda olurdu. Suni dengenin yarattığı etkilerin aşılması için halk savaşı süresince mücadele edilmesi zorunludur. (Tersi halde suni denge kırıldığında karşı devrim saflarında savaşacak kimse kalmazdı.)

    Eğer mesele, ”suni denge kırıldığında tüm sorunlar çözülecek, kırılmadığında ise halk mutlak bir hareketsizlik içinde bulunacak” biçimindeki kaba kavrayışlar içinde yapay zorlamalara sokulmazsa, anlaşılma güçlüğü çekilmeyecektir. Sonuçta bu, bir yeni sömürge ülke gerçekliğidir ve durağan bir olgu değildir. Bilindiği gibi CHE GUEVARA, Askeri Yazılar’ında ”Bugün Latin Amerika’da, oligarşik diktayla halkın baskısı arasında bir kararsız denge durumu gözlenmektedir” der. (s:163, abç.) Yani ne Mahir Çayan yoldaşımız ne de biz, bir şeyleri yoktan var etmedik. Varolan bir gerçekliğin adı konmaktadır. Devrimciler önlerini daha rahat görebilmek ve somuta uygun düşecek politikalar üretebilmek için; yaşadıkları coğrafyaya ait sosyal, siyasal ve iktisadi verilerin taşıdığı ”kendine ait” nitelikleri tanımalı ve değerlendirmelerinde dikkate almalıdır. Aksi takdirde ezberin politikasını yapar duruma düşülecektir”

    Bugün, hayatı belirleme ve dolayısıyla düşünce sistematiklerini, algı ve duygu grafiklerini tayin etme şansını belirli oranlarda yakalayabilmiş olan emperyalizm (oligarşi); devrim, muhalefet, sevda tanımını yeniden yaptırma ve bunun insanını (örgütlülüğünü) yaratma şansını belirli oranlarda yakalamıştır. Beyinler gibi kalpler, maddi yaşam gibi duygular da teslim alınmakta; “böyle düşün, böyle hisset ve geleceğe dair düşler bu sınırlılıkta kalsın” diye yönlendirilebilen bir insan tipi ortaya çıkmaktadır. Bu, devrimi hayatının her kesitinde yaşayabilen, kavgasını sevdasından ayırmadan yaşam kalitesini büyüten, yerinde saymayı kendine yakıştırmadığı için sürekli bir üst basamağı zorlayan bir insan tipi (bir kimlik) ile kendini tanımlayan yapıların karşısında; bir direnç noktası, bir gard olarak çıkar, ilerlenen yolda sürtünmeyi arttırır (dolayısıyla hızı keser).

    İçinden geçmekte olduğumuz dönemin özelliği; bir olguyu, bir değeri yaşayarak (göstererek) benimsetmek ve dolayısıyla yaşanıp tadına varılmasını sağlamak biçimindeki öğretme ve öğrenme yoluna yeterince başvurmaya uygun olmamasıdır. Kimi yaşam biçimleri ve duygu ihtimalleri, bir vaat, uzak bir olasılık olarak kalmakta ve dolayısıyla, etkileyicilik gücü zayıflamaktadır. Bu durum dava insanlarını, güzelliğin taşıyıcısı öznelerin sayısını daha az kılmakta; ama, tabii ki özel olma niteliklerini büyütmektedir.

    DEVRİMCİ HAREKET

    Sayı 16 (Şubat – Nisan 2005)




  • BASINA VE KAMUOYUNA

    17/5/2019
    Üzerinden geçen 46 yıla rağmen hala halklarımızın yüreğinde ve bilincinde yaşayan devrimci önderlerimizden yiğit devrimci İbrahim Kaypakkaya’yı ve onun şahsında devrim ve sosyalizm mücadelesinin mayış şehitlerini selamlıyoruz.


    BASINA VE KAMUOYUNA Üzerinden geçen 46 yıla rağmen hala halklarımızın yüreğinde ve bilincinde yaşayan devrimci önderlerimizden yiğit devrimci İbrahim Kaypakkaya’yı ve onun şahsında devrim ve sosyalizm mücadelesinin mayış şehitlerini selamlıyoruz. 1 Mayıs’tan 6 Mayıs’a, 6 Mayıs’tan 18 Mayıs’a, 18 Mayıs’tan 31 Mayıs’a, Mayıs ayı ayların en kızıl gülüdür. 18 Mayıs 1977’de Antep’te öldürülen Kürt özgürlük hareketinin önderlerinden Haki Karer’i, Yine 18 Mayıs 1982’de Diyarbakır Zindanı’nda 12 Eylül faşizmine karşı özgürlük ve bağımsızlık mücadelesine bedenlerini ateşe vererek meşale olan Ferhat Kurtay, Necmi Öner, Mahmut Zengin ve Eşref Anyık’ı, 13 Mayıs 1978’de Kaypakkaya’nın ölüm yıldönümünde hesap sorma eylemine giderken öldürülen Ermeni komünist Orhan Bakır’ı, 31 Mayıs 1971’de Nurhak Dağları’nda öldürülen Sinan Cemgil, Alpaslan Özdoğan ve Kadir Manga’yı, ismini bilmediğimiz, düşerken önderleşen, yüreği ve bilinciyle mücadelenin en önüne düşen bütün sıra neferlerini saygıyla anıyoruz… Bütün bir devrimci geleneği üzerinde cisimleştiren çok önemli tarihsel anlar yaşayan ve yaşatan onurlu insanların can vererek, bedel ödeyerek adım adım ördüğü bir devrimci mirasın, büyük bir ortak kültürün mütevazı yaratıcılarının önünde bir kez daha saygıyla eğiliyoruz. Halklara eşit, özgür, sosyalist bir gelecek vaadi için aramızdan ayrılan onlarca kuşağın onbinlerce neferine, yola çıktıkları soylu hasletler için onlar gibi, son soluğa kadar çaba göstereceğimize dair sözümüz var. İbrahim’in, Hakinin, Dörtlerin, Nurhak şehitlerinin kardeşleri olarak bizler, devrimcilerden bize kalanı, can pahasına bırakılanı daha da yükseltebilirsek varlığımızın gerçek anlamına ulaşacağını, onlara işte o zaman yaraşacağımızı biliyoruz. Sorgu hücrelerinde inanmanın ve haklı olmanın verdiği o büyük cesaretle, dünya kalabalığını kuşanan yalnız bir yüreğin, köhnemişliğe ve zulme karşı verdiği büyük savaşın şiddetini sadece bir anlığına hesap edin. İşkencenin insan bedeninde büyük yıkımlar yaratırken, azmin ve kararlılığın o işkence tezgâhında yeniden doğuşunu, insan onurunu kuşatarak en yükseklere çıkarışını sadece bir anlığına düşünün ve o yüreğin devrimci enerjisini sadece bir anlığına hissedin… İçinizde giderek kabaran büyük bir coşku dalgası hissederseniz o Kaypakkaya’dır işte! Bir halkın ayağa kalkarak önlenemez bir sele, tufana dönüştüğü bir yürüyüşte Hakiyi görürsünüz, Dörtleri görürsünüz. O azman sel, o büyük duygu durumu onlardan size geçen ve kuşaktan kuşağa akacak olan en büyük mirastır. İşte o mirasa bağlılığın derin sevgisidir bizi farklı yerlerde dursak da bugün bir araya getiren… 12 Mart ve 12 Eylül faşizminin azgın saldırıları karşısında, Bütün darbelerin, diktatörlüklerin, sarayların saltanatların karşısında; ülkenin bağımsızlığı ve halkların kurtuluşu için direnen güç; İbrahimlerin, Denizlerin ve Mahirlerin devrimci duruşuyla anlamını bulan çizgidir. Faşist saldırılara karşı direnen, iyinin ve doğrunun toplumsal vicdanı olan, haksızlığa ve zulme karşı adaleti halklar için ve halkların devrimci değerleriyle birlikte arayan, haklı olan biziz demenin gereğini haykıran İbrahimlerimiz, Hakilerimiz, Dörtlerimiz olmasaydı, halklarımızın sesi boğulmuş olur ve bugün göğsümüzü geren ve yolumuzu aydınlatan direniş mirasımız olmazdı. Bu gün sokaklar da, işyerlerinde,mahallelerde Halklarımıza, işçi sınıfına, gençliğe ve yoksullara azgınca saldırıyorlar. Karşı devrim güçlerini böylesine ürperten ve panik haline sokan bu meydan okuma var oluş mücadelesidir. Hayatın her alanında, ideolojide, siyasette, madende, evde, okulda, hücrede, zindanda, sokakta, meydanlarda, dağlarda, bıyıkları yeni terlemiş, derin bakışlı gençlerin, devrim duruşlu genç kızların, yeni olanı kazanmak için yola koyulan bu insanların gözü karalığında cisimleşen bir meydan okumaydı bu varoluş mücadelesi. Denizleri ipe götüren onların bu iç korkusudur. Çünkü denizler mahkemelerde, darağaçlarında, zindan hücrelerinde hep ürperten bir fırtına gibidir. Mahirleri Kızıldere’de bir dağ evinde top tüfek kurşun yağmuru altında katleden bu ürpertinin tufanlaşmış halidir. Ve tabii ki, İbrahimleri sorgu odalarında, dörtleri Diyarbakır zindanlarında kuşatan bu yıkılası düzenin geleceğinden ürken ve şiddete dönüşen vahşi özüdür. O vahşi öz bugün çılgınlık derecesinde halklarımıza ölüm, zulüm, yağma, bomba, yoksulluk, göçük, iş cinayeti yağdırıyor. Savaş yağdırıyor, yoksulluk yağdırıyor. Adeta son nefesini veren bir sistemin hezeyanlarıyla Kürt’e, emekçiye, gençlere, devrimcilere, bütün muhaliflere azgınca saldırıyor. Çözüm ise bir kez daha emperyalizme, faşizme, şovenizme, militarizme karşı devrimci direniş ve eylem çizgisinde yatıyor. Bize gerçek çıkış yolunu gösteren önderlerimiz işte bu yüzden hiç ölmüyorlar. İlk gün sıcaklığındaki gibi önümüze düşüyorlar, mücadelemizde yaşıyorlar. Ve bize sesleniyorlar; "Devrimciler bu zulüm düzenini, sarayı saltanatı yerle bir edin. Diktatörleri tarihin çöp sepetine yollayın. Her şeyin çok güzel olacağı günler için, Sosyalizm için mücadele edin. Yetti diyerek ayağa kalkın. Devrim için düşenler ölümsüzdür.. Yaşasın Devrim ve sosyalizm. Yaşasın Kürt ve Türk Halklarının özgürlük mücadelesi. Gün gelecek devran dönecek, darbeciler halka hesap verecek.
    18 Mayıs 2019 DEVRİMCİ 78'LİLER FEDERASYONU




  • 1 Mayıs işçi sınıfının Birlik, Dayanışma ve Mücadele günüdür


    BASINA VE KAMUOYUNA YAŞASIN 1 MAYIS 1 Mayıs işçi sınıfının Birlik, Dayanışma ve Mücadele günüdür. Bu gün Dünyada ve Ülkemizde işçi sınıfı ve tüm emekçiler, ezilen halklar, ötekileştirilenler, yok sayılanlar, kadınlar, gençler meydanlarda uğruna mücadele ettiği taleplerini haykırarak birlikte mücadele çağrısı yapıyorlar. Unutmayın; 12 Eylül darbesinin ilk icraatlarından biriside grevleri yasaklamak, sendikaları kapatmak ve 1 Mayıs İşçi sınıfının birlik mücadele ve dayanışma günü olan işçi bayramını yasaklamak olmuştur. Unutmayın; 1 Mayıs 1977 katliamı 12 Eylül darbesine giden yolun köşe taşlarından birisidir. Bu katliamın hesabı görülmemiştir. Biz bu hesabı kapatmadan hiç kimse kapatamaz. Unutmayın; Ülkeyi 12 Eylül yasaları ile yöneten 17 yıllık AKP iktidarı döneminde ülkemiz iş cinayetleri bakımından dünyada ilk sıralara yükselmiştir. Başta Soma'da Ermenek'de olmak üzere ülkenin birçok yerinde 20.000 den fazla işçi bu cinayetlere kurban edilmiştir. AKP iktidarı bu cinayetleri önlemek yerine "Fıtratında var" şeklinde savunmuştur. Unutmayın; İşyerlerinde güvencesizlik ve güvenliksizlik anlamına gelen taşeronluk sistemini dayatmış çalışanlar ranta ve kar hırsına kurban edilmiştir. Çıkartılan taşeronluk yasası da hiç bir derde deva olmamıştır. Unutmayın; Sendikal örgütlenmelerin önüne barajlar, engeller konarak işçi sınıfının örgütlenmesi zorlaştırılmış, göz boyamak için yandaş sarı sendikalar yaratılmıştır. İşçilerin Emekçilerin kıdem tazminatlarına göz dikilmiş, Krizin yükü emekçilere fatura edilmiştir. Unutmayın; Kadın ve çocuk cinayetleri, kadın ve çocuklara yapılan taciz ve tecavüzler, kadın ve çocuk emeği sömürüsü katmerleşmiş ve kendi gerici yaşam tarzlarını kadınlarımıza ve topluma dayatır olmuşlardır. Unutmayın; İnançları ve yaşam tarzları yüzünden toplumun büyük bir bölümü ötekileştirilmiş, halklarımız ve farklı inanç grupları birbirine düşman edilmeye çalışılmaktadır. Ötekileştirdiklerini ve farklı olanları linç ederek yok etmeyi hedeflemektedirler. Unutmayın; Yüzyıllardır bir arada kardeşçe yaşayan bu coğrafyanın kadim halklarının barış ve kardeşlik talepleri görmezden gelinmiş, ülke bir savaş batağının içine sokulmuştur. Bu savaşın asıl sorumlusu kendileridir. Unutmayın; Halklarımızın Demokrasi talepleri, parasız eğitim, parasız sağlık talepleri, çalışanlarımızın insanca yaşam ve ücret talepleri, özgürce haber alma talepleri, özgürce ifade etme ve toplanma gösteri yapma talepleri görmezden gelinmekte yok sayılmaktadır. 1977 katliamının yapıldığı 1 Mayıs Alanı olan Taksim İşçi sınıfına yasaklanmaktadır. Unutmayın; 12 Eylül yasalarını egemenlerin gündelik ihtiyaçları için yeniden üreten iç güvenlik paketi korku toplumu yaratma, polis devleti oluşturma niyetlerini açığa çıkarmıştır. Çıkardıkları KHK’lerle bu korku imparatorluğunu pekiştirmeye çalışmaktadırlar. Unutmayın; Ülkede tüm demokratik hak ve özgürlükler askıya alınmış, seçilmiş milletvekilleri, Belediye Başkanları, gazeteciler, öğrenciler, bilim insanları tutuklanmış ülkenin her yanı tecrit koşullarının uygulandığı alan haline gelmiş ve bir tek adam rejimi tesis edilmiştir. Ülke yasalarla değil KHK'lerle yönetilir olmuş, OHAL ilan edilerek toplumun tüm talepleri bu örtünün altına süpürülmüştür. İşte böyle bir ortamda gerçek çözümün sosyalizmde olduğunu bilen devrimciler, İşçi Sınıfı ve Emekçi halklarımız 1 Mayıs’ta daha çok mücadele, daha çok dayanışma, daha çok beraberlik bayrağını yükseltmeli ve meydanları doldurmalıdır. Taleplerimizi yüksek sesle dillendirip bu anti demokratik uygulama ve dayatmalara karşı çıkmalıyız.
    Mayıs/ 2019 YAŞASIN DEVRİM VE SOSYALİZM YAŞASIN 1 MAYIS BİJİ YEK GULAN DEVRİMCİ 78'LİLER FEDERASYONU




  • Madımak Yangınının dumanı bir gün mutlaka bu olaya seyirci kalan, izleyen, alkış tutan ve yok sayanları da yakar

    2/10/2011
    @Pir Sultan Abdal 2 Temmuz Kültür ve Eğitim Vakfı Bşk. Emel SUNGUR´un açıklaması...


    “Madımak Oteli çocukların gözdesi oldu.”

    Samanyolu Haber’in manşetten verdiği bu haber hepimizin de bildiği gibi 2 Temmuz 1993 yılında 35 kişinin diri diri yakılması ile sonuçlanan Sivas Katliamının yaşandığı Madımak otelidir.



    Gazete manşetinde Madımak otelinin, “çocukların gözdesi” olduğu ifade ediyor.” Doğrudur… Bu haber, doğduğu günden itibaren ayni topraklar üzerinde yaşayan Aleviler, demokratlar, barış yanlısı vatandaşlara karşı, çocuklarını kin ve nefretle besleyenlerin “sonuç” aldığı görünüyor.



    Gelinen noktada katliamın yaşandığı oteli gözde olarak seçen bu çocuklar, beslendikleri damar olan İmam Hatip Okullarında, Camilerde, Diyanet İşlerinde verilen fetvalarla büyüyerek şırıngalanan insanlık dışı duyguları belki de hiç umursamadan sonraki yıllarda birer Erçakmak olacak, çoğalacaklar ve Madımak yangınlarına benzin taşıyacaklardır…



    Ancak yaşanan böylesi katliamlar, günün birinde, çağdaş dünyada olduğu gibi ülkemizde de mutlaka lanetlenecektir, yazılan tarih binlerce böylesi lanetlenmiş olaya şahitlik etmektedir.



    Bugün Madımak Otelinin, çocuklarının gözdesi olduğunu söyleyenler, Oteli ne kadar değiştirirse değiştirsinler, duvarları ne kadar kazırlarsa kazısınlar; binanın her bir zerresine yapışan ağıtlarımızı, çığlıklarımızı, hicranımızı silemeyeceklerdir. Ve bugün suçlarını görmezden gelen, cila ve boyayla örtenler ya da onların çocukları, bir gün mutlaka 2 Temmuz 1993 tarihi ve Madımak Katliamıyla yüzleşeceklerdir. Uygarlık tarihi bunu not ediyor…



    Sivas Katliamının sorumluları; bu yüzleşmeyi, bundan 18 yıl önce hükümette bulunan siyasilerden, bürokraside bulunan memurlara ve Tugay Komutanına kadar herkes yaşayacaktır. Ayrıca bugünün sahte demokratları, barış gönüllüleri yaptıkları bu müze ve uygulamalarla yüzleşmek, hesap vermek durumunda kalacaklardır.



    Bizler yaşamın her alanında insan haklarına, eşitliğe, özgürlüğe, adalete olan inancımızı hiçbir gün kaybetmedik. Ve adalete, bugün böyle adalet dağıtanların da, bir gün adalete ihtiyaç hissedeceklerine inanıyoruz.



    İnsanın yakıldığı, yok edildiği yerde barış olur mu; bilimden söz etmek mümkün mü? Göstermelik köşelerle 2 Temmuz Katliamının yarası sarılabilinir mi? Böyle müze olur mu? Bir katliam, dünyanın neresinde böylesine acımasızca ters yüz edilerek anımsanıyor, tarih, geçmiş yok ediliyor, 35 canı diri diri yakanlarla, vicdanla hesaplaşmak bu mudur?



    Kapısında, “Bilim ve Kültür Merkezi” olduğu yazılan bu binanın kapısına bir gün mutlaka “BİLİM, BARIŞ, KARDEŞLİK VE KÜLTÜRÜN KATLEDİLDİĞİ, UTANÇ MÜZESİ” tabelası asılacaktır.



    Ayrıca doğruları söylediği için “sizin hiç babanız yandı mı?” diye soran ve bu nedenle işine son verilen Zeynep Altıok veya Zeynep Altıok’lar bu ülkede hiç tükenmeyecektir.



    Madımak Otelini asıl sahiplerine vermeyen, müze yapmayan zihniyeti kınıyoruz. Bu gazeteye manşeti atanın da insani hiçbir değere sahip olmadan bu manşeti attığını, manşetin iç dünyasının dışa vurumu olduğunu düşünüyoruz.



    Madımak Yangınının dumanı bir gün mutlaka bu olaya seyirci kalan, izleyen, alkış tutan, yok sayanları da yakacağına inanıyoruz. 01.10.2011




  • KAPİTALİZMİN FUTBOLU - Osman BULUGİL 24/7/2010
    “Sadece futboldan anlayan, futboldan da anlamaz.”
    (L. C. Menotti)

    Bu yazıda futbolun endüstrileşmesi ve bu sürecin günümüzdeki görünümü ele alınacaktır. Endüstriyel futbola yaklaşımımız aynı zamanda kapitalizmin zaman ve mekan üzerindeki tahakkümünün futboldaki yansımalarını da ele alarak, köylülerin özgürce oynadığı oyunun işçi sınıfına pazarlanabilir bir meta olarak sunulmasına, pazarda özgür emekçiler olarak futbolculara ve taraftarlara değineceğiz.

    Futbol kulüplerini, örneğin sadece gelir kalemine göre zengin ve yoksul kulüpler diye ayrıma sokmak, aralarındaki ilişkileri görmemizi engelleyecektir. Böyle bir ayrıma gidildiğinde zengin kulüpler yüksek bonservis bedelleri vererek transfer yapan kulüpler olarak; yoksul kulüpler de oyuncu yetiştirip onlara satan kulüpler olarak algılanacaktır. Böyle bir ayrım, yüksek bonservis bedelleriyle transfer yapan kulüplerle, onlara oyuncu satan kulüplerin birbirinden farklı olduklarını, yani aralarında dışsal bir ilişki olduğu anlamına gelecektir.

    Burada durumu anlayabilmek için öncelikle, transferde (veya futbolla ilişkili her olguda) oyuncu alan veya satan kulüplerin içsel bir ilişki içinde olduğunu ortaya koymamız gerekmektedir. Kulüpler arasındaki içsel ilişkinin varlığı birbirlerini yeniden ürettiğini bize göstermektedir. Örneğin Porto veya Sevilla gibi kulüplerini oyuncu yetiştiren ve zengin kulüplere satan birer model olarak alırsak, içsel ilişkiyi ve tam da bu ilişkilerin birbirini ürettiğini kaçırmış oluruz. Sevilla ve Porto gibi kulüplerin varlığı, sattıkları oyuncuları alan kulüpleri üretirken; bütçesi daha yüksek kulüplerin varlığı da Sevilla ve Porto gibi kulüpleri yaratmaktadır. Sevilla’nın Dani Alves’i Barcelona’ya satması, bu ilişkiyi yeniden üretirken, aynı zamanda Sevilla, sattığı oyuncunun yerine yeni bir oyuncu (genellikle genç yıldız adayı) alıyor olması, Sevilla ile Barcelona arasındaki ilişkinin Sevilla ile başka kulüpler arasında yeniden üretilmesi anlamına gelmektedir.

    Endüstriyel Futbola Giden Yol

    “Kapitalist üretim biçiminin, insan hayatını, zamanı ve mekânları yeniden örgütlemesiyle birlikte bir ‘oyun’ olarak futbol da değişmek zorunda kalmıştır. Gerçekten, daha önceleri, yani köylülerin özgür topraklarında ve boş zamanlarında oynanagelen futbol, toprakların özel mülkiyet konusu haline gelmesi (çit çevirme) ile bir açıdan ‘mekansız’ kalmıştır. Köylülerin, yeni oluşan kentlere işgücü olarak sürülmesi ise oyunu ‘oyuncusuz’ bırakmıştır. Günde ortalama 18 saat çalışan işçilerin, artık bu enerji isteyen oyunu oynayacak halleri kalmaz. Kapitalizmin zaman ve mekân üzerinde bu şekilde tahakküm kurmasıyla futbol da artık popüler, gevşek kurallı, kimi zaman 300 kişinin bir arada oynayabildiği bir oyun olmaktan çıkar.”[1]

    Kapitalizmin zaman ve mekân üzerindeki tahakkümü, köylüler için mekânsız bıraktığı futbolun yeni mekânlarını üretmeye başlamıştır. Bu dönüşüm kentlerde işçi sınıfının, artık bu yeni mekânlarda oynanan futbolun izleyicisi başka bir yönüyle de tüketicisi konumuna getirmiştir. Artık futbolun eski oyuncularının, köylülerin, oyunu oynayacak ne günleri ne de zamanları vardır; tatil günlerinde sadece, yeniden üretebilmek için dinlenme/eğlenme görünümü altındaki tüketme etkinliğidir artık futbol.

    Kapitalizmin işçi sınıfıyla futbolun ilişkisini dönüştürmeye başlamasını salt bir tüketim olarak ele alamayız. Statlara gidip maç izlemek sadece bilet veya kulübün lisanslı ürünlerini satın almakla açıklanmaz. Stadyumlar aynı zamanda iktidar ilişkilerinin somut olarak inşa edildiği mekânlardır. İktidar ilişkisinin kapitalist sistemde meşruluk kazandırılma mekanlarından biri olan stadyumlarda, saha içindeki “ağabey” oyunculara, şeref tribününden localara, kale arkasından maçları oturarak izlemeye, birçok statta kadın tuvaleti olmamasına kadar somut olarak görülmektedir. Futbol kapitalizmin kendini yeniden ürettiği bir alandır. Tam da bu yönüyle futbol, üzerinden cinsiyetçilik, ırkçılık gibi sistemi üreten ideolojilerin meşruluk kazandığı bir alandır.

    Aynı zamanda kapitalizmin zaman ve mekan üzerindeki tahakkümü dolayımıyla artık boş zamandan azami yarar sağlamaya dönük yaklaşımın işçi sınıfının yaşamının parçası haline gelmesi futbolu bir oyun olarak oynamak bir yana, futbolla ilişkiyi dönüştürmektedir. Futbolun planlanan bir zaman dilimde tüketilen ve aynı zamanda yeniden üretilen ilişkilerin bütünü olması, bu ilişkilerin toplamdan bağımsız olmadığı gerçeğini ortaya koymaktadır. Bu yönüyle kapitalizmin zaman ve mekan üzerindeki tahakkümü, işçi sınıfını sadece futbolu oynamaktan alıkoymamış aynı zamanda işçi sınıfının futbolla ilişkisini uçucu bir hale dönüştürmüştür. Bu noktada Talimciler’den yapacağımız alıntı anlamlı olsa gerek:

    “Kapitalizm tüketim ve boş zaman arasındaki ilişkide televizyon aracılığı ile kitlelere ‘carpe diem’ (günü yakalayın) mesajını aktarır. Şimdiki zamanın yaşanması ön plana geçirildiğinde yani geçmiş ve gelecek yerini bugün yaşanmakta olan şimdiki zaman aldığında spor ve televizyon arasındaki birliktelikte güçlenmektedir. Spor olayının şimdiki zamanda yaşanmasında “spor ve oyun sahasının sınırlarının belirlenmesi, saha içi sınırlamalar, spor yapma süresinin sınırlanması, bir tecrit etme, zaman ve mekân sınırları belirli yeni bir ‘dünya’ yaratma anlamıdır... Öyleyse spor ve oyun özleri gereği hep ‘şimdi’de olan bir şeydirler.”[2]

    Kapitalizmin zaman ve mekân üzerindeki tahakkümü ve işçi sınıfıyla futbol arasındaki ilişkiyi dönüştürmesinin yanında kulüpler ve futbolcular üzerindeki dönüşümden bahsetmek gerekiyor. Bu yönüyle pazarda dolaşım aracı olarak futbolcular öne çıkıyor. Köylülerin bir yönüyle de sınırsız ve sayısız oynadıkları futbol, kapitalist üretim koşullarında dönüşmeye başlamıştır. Sürecin işleyişi vurgulamamamız adına Karl Marx’tan yapacağımız alıntı çok anlamlı olsa gerek:

    “Üretim ve geçim araçları kendiliklerinden nasıl sermaye değilse, para ve metalar da kendiliklerinden sermaye değildir. Bunların sermayeye dönüşmeleri gerekir. Ama bu dönüşümün kendisi ancak belli koşullar altında olabilir, yani birbirinden çok farklı türden iki meta sahibinin yüz yüze ve temas haline gelmesi gerekir; bir yanda, başkalarına ait emek-gücünü satın alarak, ellerindeki değerler toplamını arttırmak isteğinde bulunan, para, üretim aracı ve geçim aracı sahipleri; öte yanda, kendi emek-güçlerini ve dolayısıyla emeklerini satan özgür emekçiler. …Meta pazarındaki bu kutuplaşma ile kapitalist üretimin temel koşulları sağlanmış olur.” [3]

    Futbolcuların pazarda emeklerini satan özgür emekçiler olarak pozisyonları, Bosman Kuralları[4] ile daha da netleşti. Bosman Kuralları öncesinde futbolcuların pazarda meta olarak dolaşımı sadece kulüpler arasındaki ilişkiyle gerçekleşiyordu.

    Bosman Kuralları’yla birlikte emeklerini satan özgür emekçiler olarak futbolcuların emeklerini satabilecekleri kulüplere gidebilmeleri daha da esnekleşirken, bu durum aynı zamanda kapitalizmin futbol üzerindeki tahakkümünü yeniden üretiyor. Bosman Kuralları’nı sadece futbolcu maaşlarına yaptığı etkiyle açıklayamayız. Burada emeklerini satan özgür emekçiler olarak futbolcuların, maaştan önce emeklerini satabilecekleri en uygun kulübe gitmeye yöneldikleri görülecektir. Bu açıdan, sözleşmesi biten futbolcu için öncelikli hedef konumunda ileri kapitalistleşmiş ülkelerin kulüpleri gelmektedir. Örneğin, Galatasaray’da Arda Turan’ın sözleşmesi bittiğini ve serbest kaldığını düşünelim. Arda Turan’ın gideceği ülke Romanya olmayacaktır, ileri kapitalistleşmiş ülke kulüplerinden biri olan Manchester United’a gittiğinde artık emeğini en geniş koşullarıyla pazarlayabilecek ve bu durum aynı zamanda ileri kapitalist ülkelerin kulüplerinin futbolda tekelleşme sürecini üretecektir.

    Bosman Kurallarının yanında, bugün kapitalist sistemde futbolun en büyük pastası olarak öne çıkan organizasyonlarda (UEFA ve FİFA’nın düzenlediği turnuvalar) yapılan değişiklere vurgu yapmamız gerekiyor. Burada da özellikle Şampiyonlar Ligi öne çıkıyor. Şampiyonlar Ligi’nin her yıl yapılıyor olması ve ileri kapitalist ülkelerin başa oynayan takımlarının mücadele (!) alanı olması nedeniyle en dikkat çeken düzenlemeler bu organizasyonda yapılıyor.

    Bu yapısıyla endüstriyel futbolun gözbebeği konumundaki Şampiyonlar Ligi’ni irdelediğimizde, -Devler Ligi olarak adlandırdıkları turnuvada- ileri kapitalistleşmiş ülkelerin başa oynayan takımlarının turnuvası olduğu göze çarpmaktadır. Öncelikle gruplara torba sitemine göre yerleştirilen takımlar zaten baştan güç dengesine göre sınıflanmış oluyor. Örneğin Manchester United, Juventus, PSV ve S. Bükreş’ten oluşan bir grup olduğunu düşünelim. Birinci torbadan gelen Manchester United’ın gruptan çıkma sansı çok yüksek. Onu Juventus takip ediyor. PSV belki ikinciliği zorlayabilir ama S.Bükreş’in şansı çok az.

    Platini döneminde Şampiyonlar Ligi statüsünde yapılan değişiklik ilk bakışta daha küçük bütçeli kulüplerin işine yarıyor gibi görünüyor. Fakat değişiklik aslında ileri kapitalistleşmiş ülkelerin başa oynayan takımlarına yarıyor. Platini’nin ağızlarına bir parmak bal çaldığı “küçük kulüpler”, gruplara girebilseler bile de onları birinci ve ikinci torbadan gelen takımlar bekliyor. İleri kapitalistleşmiş ülkelerin ilk iki veya üçteki kulüpleri direk şampiyonlar Ligi’ne katılıyor. Bu durumda da üçüncü veya dördüncü sırayı alan takımlar da tek ön elemeyi geçmekte pek de zorlanmıyor. Örneğin İngiltere’de çoğunlukla ligi dördüncü bitiren Arsenal veya Liverpool her yıl rahatça Şampiyonlar Ligi’ne katılıyor. Gruplara takımların dağılımının yanında başka bir boyutuyla da, Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek ve yarı finalde hangi ülkelerin takımlarının yer aldığıdır. Burada da ileri kapitalistleşmiş ülkelerin ilk dörde oynayan takımları belirgin olarak öne çıktığı görülmektedir.[5]

    Futbol kulüpleri, turnuvalar ve oyuncuların kapitalizmdeki dönüşümleri ve birbirini üretiyor olmasını taraftar boyutunu ele almadan irdeleyemeyiz. Bu yönüyle de özellikle taraftarın yabancılaştırılması olgusundan bahsetmemiz gerekiyor. Taraftarın yabancılaştırılması, kapitalizmin futboldaki tahakkümüyle beraber başta ileri kapitalist ülkelerde daha belirgin olarak göze çarpıyor.

    Bu noktada kapitalizmin taraftarı yabancılaştırmada en çok kullandığı holigan kavramı öne çıkıyor. Modernlik olarak sunduğu seyirci profili de tam da yıkıntıların örtülmesiyle inşa ediliyor. Bugün özellikle İngiltere’de, statlara VIP (very important person) koltuklarda iş sözleşmelerinin yapıldığı, sadece maç günü değil, haftanın her günü tüketime yönelik olan ve sahadaki “oyun” dan çok store’lerdeki ürünleriyle kapitalizmin barbarlık belgesini görüyoruz. Bu noktada Walter Benjamin’den yapacağımız alıntı çok anlamlı olsa gerek:

    (…) Bu kültürel zenginlikler, hiç istisnasız, dehşet duygusuna kapılmadan düşünülemeyecek bir kökene sahiptir.(…) Hiçbir kültür ürünü yoktur ki, aynı zamanda bir barbarlık belgesi olmasın. Ve kültür ürününün kendisi gibi, elden ele aktarılma süreci de nasibini alır bu barbarlıktan.”[6]

    Bu açıdan kapitalizmin yıkıntılardan kurduğu “futbol kültürüne” karşı direnen taraftar gruplarından bahsetmemiz gerekiyor. Bunların en başında da İtalya futbolunda farklı bir yere sahip olan liman kenti Livorno’dan söz etmek gerekiyor. Aynı zamanda bir işçi kenti olan Livorno, İtalya komünist partisinin de kurulduğu şehir.

    Livorno’nun İtalyan futbolundan bağımsız olmadığını da ortaya koyarak, kapitalizmin futbol üzerindeki tahakkümünün yarattığı dönüşüme vurgu yaparak, Toni Negri’nin sözlerine dikkat çekmek gerekiyor:

    “İtalyanlar gırtlaklarına kadar futbola batmış durumdalar. Afallamam ve şaşkınlığım işte bu bataklıktan geliyor: hüzünlü de olsa her şeyin değiştiğini kabul etmek zorundayım. Sorun Calcio'nun artık en üstün değere sahip olmaması değil, kesinliklerin epeydir yıkıma uğramış olması. Bu uygarlığın gerçek bir bunalımı. Bu değerler bunalımının, kesinliklerin bu altüst oluşunun üç örneğini vereceğim: Eskiden, hangi kulübün taraftarı olacağını seçerken (ya da aileden devralırken) insanlar neye göre karar alacaklarını bilirlerdi. Milan AC, Torino ve Roma kent proletaryasının "kızıl" takımlarıydılar. Öte taraftan Inter Milan, Juventus ve Lazio patronların takımıydı: Milan'ın büyük finans burjuvazisinin, Agnelli ailesinin ve Torino'daki Fiat grubunun, Roma'nın mülk sahibi aristokrasisinin... Maça gitmek hangi sınıfa ait olduğunun bilincine varmaktı, "tifo"yla özgül bir kent kültürünü ifade etmekti, bir kimlik kavgası vermekti. Bu iman kuşaktan kuşağa geçiyordu. Kızıl-siyah giysiler içinde çocukken babamla birlikte Milan AC’ nin maçlarına giderdik ve yetmişli yıllarda (ama bunu yargıçlarıma söylemeyin sakın!) Milan kopunun, "Kızıl-Kara Tugayların" kurucuları arasındaydım..”[7]

    Devrimci tribünlerin başında gelen Livorno tribünlerinin futbolun genel fotoğrafından pek çok farklılık içerdiğini de belirtmemiz gerekiyor. Bunun yanında Livorno’ya karşı sempatiyle yaklaşan insanların tüm dünyaya yayıldığını da vurgulamamız gerekiyor.





    KAYNAKÇA

    B. Aydın - D. Hatipoğlu - Ç. Ceyhan. 2008. “Endüstriyel futbol çağında “taraftarlık” , İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 26 Kış-Bahar 2008, s.289–316

    Benjamin, Walter. 2008. Son Bakışta Aşk. Çev: Nurdan Gürbilek, beşinci basım, Metis kitap, İstanbul.

    Marx, Karl. 1986. Kapital I. Cilt, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yayınları. Ankara

    Toni, Negri. 1998. “Milan, Kesinlikle!” ,Çev: Ulus Baker,http://korotonomedya.net/kor/index.php?id=7,59,0,0,1,0 (erişim tarihi: 22.01.2010, 23.58)

    Talimciler Ahmet. 2008. “Futbol değil iş: endüstriyel futbol”, İletişim kuram ve araştırma dergisi, Sayı 26 Kış-Bahar. Sf:89-114

    [1]B. Aydın - D. Hatipoğlu - Ç. Ceyhan. 2008. “Endüstriyel futbol çağında “taraftarlık” , İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 26 Kış-Bahar 2008, sf:289–316

    [2]Talimciler Ahmet. 2008. “Futbol değil iş: endüstriyel futbol”, İletişim kuram ve araştırma dergisi, Sayı 26 Kış-Bahar. Sf:89–114

    [3] Marx, Karl. 1986. Kapital I. Cilt, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yayınları. Ankara. Sf:731



    [4]Bosman Kuralları,1990 yılında Belçika 1. Ligi’nde FC Liege takımında forma giyen M. Bosman’ın Fransız takımı Dunkirke’ye transfer olmak istemesiyle başladı. FC Liege Bosman için yüksek bir bonservis bedeli talep etti. Bosman, AB vatandaşlarının sahip olduğu iş aramak için serbest dolaşım hakkını engellediğini ileri sürerek Belçika Futbol Federasyonu ve FC Liege’e karşı mahkemeye başvurdu. Dava 5 yıl sürdü ve Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın kararı M.Bosman’ın lehine oldu. Artık sözleşmesi biten oyuncu istediği kulübe gidebilecekti. Bosman Kuralları Avrupa Birliği üyesi olan ülkelerin futbol kulüplerinin oyuncuları üzerinde etkin durumdaydı. 2001 yılında, o dönemde AB üyesi olmayan Macaristan oyuncusuyla ilgili transfer sorunu sonrası Avrupa Birliği Adalet Divanı ve FİFA yeni düzenlenin sınırlarını genişletti. AB Adalet Divanı, FİFA ve UEFA görüşmeler sonucunda sözleşmesi biten oyuncuların serbest kalacağı üzerinde anlaştı. Fakat FİFA bu durumu bazı kurallara bağladı. Öncelikle 23 yaş altı oyuncular için yetiştirme tazminatının ödenmesi ve sözleşme süreleri 5 yılla kısıtlanmasına karar verdi.

    [5]2009/2010 sezonunda Şampiyonlar Ligi yarı finalinde Barcelona, İnter, Bayer Münih ve Lyon yer aldı. 2008/2009 sezonunda Şampiyonlar Ligi yarı finalinde Manchester United, Arsenal ve Chelsea ve Barcelona yer almıştı. 2007/2008 sezonunda yarı finalde, Manchester United, Arsenal, Chelsea ve Liverpool yer almıştı. Bu örneklerin yanı sıra 1999 yılından itibaren kupayı kazanan takımlara baktığımızda sırasıyla Manchester United, Real Madrid, FC Bayern, Real Madrid, Milan, Porto, Liverpool, Barcelona, Milan, Manchester United, Barcelona olduğunu görmekteyiz.

    [6] Benjamin, Walter. 2008. Son Bakışta Aşk. Çev: Nurdan Gürbilek, beşinci basım, Metis kitap, İstanbul. Sf: 41

    [7] Toni,Negri.1998.“Milan,Kesinlikle!”,Çev:Ulus Baker,http://korotonomedya.net/kor/index.php?id=7,59,0,0,1,0 (erişim tarihi: 22.01.2010, 23.58)




  • Anneler evlatlarınıza sahip çıkın;
    “KİM NE YAPARSA YAPSIN YARINLAR SİZİN “ diyebilsem keşke...
    Emel SUNGUR 7/12/2010



    Siyasetteki sultan aldı başını gidiyor. Sultanlığını, saltanatını yaşarken kendine karşılık veren itiraz eden kim ne varsa elbette ismine uygun talimat veriyor. “KELLESİNİ UÇURUN”, elbette henüz bu boyuta ulaşmadı ancak böyle devam ederse yakındır bu talimatta. 12 Eylül Anayasa değişimiyle özgürleşen, tam demokrasiye dönüşen, darbecilerden hesap sorulan Türkiye’de kulaklarımıza yer yapan “ yarınlar bizim” şarkısında söylenen sözlerin yerine gençliğe her gün daha fazla baskı, her gün şiddet daha fazla geliyor. Haksızlık yapmayalım bu gençlik elbette bütün üniversite gençliği değil özel koruma altında üniversitelerde borusunu öttüren bir kesimde mevcut. Bu kesim sulu gözlerle her yerde AKP’lilerin anlattığı mağdur kesim yani malum kesimin dışında her öğrenci iktidar için potansiyel düşman o zaman gereğini yerine getirmek lazım. Her yerde her koşulda saldır.

    Televizyonda izliyoruz Başbakanı protesto için İstanbul’a giden üniversite gençlerine biber gazı atan polis daha sonra da baba şefkatiyle su sıkıyor gençlerin üzerine. Halbuki sık sık biber gazına maruz kalmamız nedeniyle çok iyi öğrendik ki biber gazı yiyenlerin yüzünü su ile yıkamak çok daha zarar verici çok daha tehlikeli. Ama görüntü oya birileri belki vuruyor, dövüyor, yerlerde sürüklüyor ama bakın bu poliste yumuşak yürekli sahip çıkıyor bakın bakın suyla yüzünü yıkıyor gencin görün diyor adeta.

    İşte İmam Hatip Okulu mezunu olmak bence burada devreye giriyor. Belki oradan mezun olanlar asıl işleri olan okuduğu eğitimin gereğini yerine getirseler hiç tartışılmaz bir meslek olur. Çünkü internet sayfalarına bakıldığı takdirde İHL mezunları nerede görev yaparın yanıtı açıktır. Evet ileri demokrasilerde herkes her makamı işgal eder mi sorusunun karşılığını tam olarak bilmiyorum. Ancak bildiğim ve siyasi iktidarın başının ülkede yapılan uygulamalardan gördüğüm kadarıyla herkes bir ülkeyi yönetemez bazı özellikler gereklidir ülkeyi yönetmek için Her üniversite mezunu elbette demokrat değildir ancak müspet bilim bir yerde sadece din eğitimi almış insanları sıkıştırır. Bu tempoda “SULTAN” olarak devam edemez yönetim biçimine. Kim İHL Mezunu olmak istiyorlarsa bu okullarda eğitim alabilir ama bilmeliler ki onların yapabilecekleri işler sınırlıdır. Her gün yeni bir icat yapılan, dünyayı bir ekran içine sığdıran günümüzde bu kadar genç nüfusu olan bir ülkede İHL Mezunu bence başbakan olamaz, ülkeyi bu kadar sığ bir eğitim alan kişiler idare edemez. Çünkü din bilimle çok iç içe değildir. İnanç ayrı bir şeydir, Din Eğitimi ayrıdır. Hiç kimsenin inancına müdahale etmeyi ( kendi yaşıyorsa)uygun görmüyorum ama uygun görmediğim diğer şeyde bu ülkeyi yönetenlerin din eğitimi alıp başbakan makamında bulunmasıdır.

    Ömrümüzün belki de geri kalan sınırlı bölümüne hazırlanırken bizler için bitmeyen bir yolculuk oldu bu dayak, baskı, eziyet, acı çekilen yolculuk. Bizler 1970’leri 14 yaşımızda yaşadık. Belleğimize 3 fidanın resmi ve ismi kazındı. 80’li yılları yaşadık evde, sokakta, ailede, arkadaşlar arasında en acımasız en korkunç acılar içinde. 1993, 2 Temmuzu yaşadık, itiraz ettik caddelerde saçlarımızda tutularak sürüklendik 46 yaşımda televizyon karşısında oturmuş seyrederken günümün belgeselini kendimi gördüm sokaklarda sürüklenirken. Şimdi bu aralar televizyonu açtığımda karşımda sevgili yeğenimi görüyorum ayni benim konumumda. Dayak var, mahkeme var, horlama var.

    Yani ben yaşamıma aynen devam ediyorum benim çocuklarım, yeğenlerim de ayni benim yaşadıklarımı yaşamaya devam ediyor.

    Sıra yazımın sonuna geldi 12 Eylül Referandum öncesi “EVET, EVET, EVET” diye çığlık atan bizim eskiler, 12 Eylül sonrası mesaj yollayarak 12 Eylül zaferini kutlayan bizim eskileri kutlama zamanı geldi şimdi. Kutlarım bu güne katkılarından ötürü onları. Muhtemelen bizler dayak yerken de seyirciydi bir kısmı ellerinde buzlu viskilerini içerken yazıyorlardı Sosyalizmin tarihini 12 Eylülde de referandumu yazdıkları gibi.

    ANNELER ŞİMDİ DİKKAT! DİYORUM; ÇOCUKLARIMIZ EN DEĞERLİ VARLIKLARIMIZDIR. EĞER ONLAR BİZİM VERGİLERİMİZLE MAAŞLARINI ALAN POLİSLERDEN BÖYLESİNE DAYAK YİYORLARSA SİZLERDE ESKİDEN OKULA TESLİM EDİLİP ÖĞRETMENE DEDİĞİMİZ GİBİ “ETİ SENİN KEMİĞİ BENİM” DİYORSANIZ BİZLER ANALIK DUYGUSUNUN ÖNÜNE KORKUYU GEÇİRMİŞİZ DEMEKTİR. DUR DİYELİM BU SÖYLEME EVLATLARIMIZIN YANINDA OLALIM.

    ŞİMDİ DE ANASI OLMAYAN GENÇLERE SESLENİYORUM; BEN VE BENİM GİBİ BİNLERCE KADIN SİZLERE ANA OLMAYA HAZIRDIR HER ZAMAN.

    YARINLAR GENÇLERİN OLMALIDIR. (Belki bana bunların bir kısmını yazdıran çocuklarımın söyledikleri ve kendi iç muhasebem olabilir.) 06.12.2010

    Emel SUNGUR




  • *Madımak Yanmaya devam ediyor hala…

    *Sivas Madımak Şehitleri ile katilleri yan yana tutulamaz…

    *Sivas Valileri Hızırpaşalı’ğa, Pir Sultanlar direnmeye devam ediyor…

    *Sivas kardeşlik şehri, Madımak Utanç Müzesi oluncaya kadar 2 Temmuz’lar da Sivas’ta olacağız.

    Bu sene Sivas Madımak Katliamı’nda yitirdiğimiz 33 canımız ve 2 otel görevlisini 18. defa anmak için gene Sivas’ta idik.

    Günler öncesinde Sivas Valisi ile yapmış olduğumuz görüşmeler de, bu sene de 2 Temmuz’da Sivas İline gelerek, Madımak Şehitlerimizi anacağımızı, 17 yıldır bize yakışır şekilde Sivas’a gelerek şehitlerimizi yitirdiğimiz otelin önüne karanfiller bırakarak şehitlerimizi andığımızı, 17 yıldır bir tek kişinin saçının teline dahi zarar gelmediğinin bilinmesi hususunda görüş ve düşüncelerimiz aktarılmış idi.

    Somut durum sunulan şekilde olmasına rağmen, 2 Temmuz’dan birkaç gün önce Sivas Valisi, “Madımak Otelinin kamulaştırılarak, İl Özel İdaresi Bilim ve Kültür Müzesi yapıldığını, artık Madımak Oteli’nin önünde her hangi bir basın açıklamasına izin vermeyeceklerini” , kamuoyuna yapmış olduğu bir açıklama ile duyurmuştur.

    Alevi örgütlülüğü ve demokratik kamuoyunun yıllardır vermiş oldukları mücadele ile oluşan toplumsal tepki karşısında siyasi iktidar önce “et lokantası” nı kapatmış ve sonrasında da Madımak Oteli’ni kamulaştırmıştır.

    Madımak Oteli’nin müze olarak dizaynı konusunda bizlerle hiçbir şekilde görüşmeyen Sivas Valiliği, kamulaştırma sonrası Madımak Oteli’ni, “Sivas Valiliği İl Özel İdaresi Bilim ve Kültür Müzesi” yapmıştır. Otelin giriş kısmına yapmış olduğu bir bölüme de, katliam’da yitirdiğimiz 33 canımız ve 2 otel görevlisinin isimleri ile birlikte, katliama katılan ve yangın sonrası otel dışında, polis mi, jandarma mı veya başka birileri tarafından mı kurşunla öldürülmüş olan 2 saldırganın da adını da katliam mağduru olarak adlarına yer verilmiştir.

    Sivas Valiliği konu ile ilgili sorulara ise “insani yönden” hiç ayırım yapmadık demiştir.

    İnsanlık bunun neresindedir?

    Katliam sanıkları ve failleri, ne zamandan beri katliam mağduru oldular?

    Madımak Şehitlerimizin adlarının yanına, nasıl katillerinin adlarını yazarsınız?

    Şehitlerimizin adlarının, katillerinin adları ile yan yana yazılmasına ailelerimiz de rızalık vermiyorlar, bizler de…

    Bu sizin yaptığınıza Hızır Paşalık derler bizde…

    Seyit Rıza’nın dediği gibi, “sizi hilelerinizle dolanlarınızla baş edemedik bu bize ders oldu. Biz de sizlerin önünde diz çökmüyoruz, bu da size ders olsun.”

    Sizler, tarihler boyunca Hızır paşalık yaptınız ve hala Hızır paşalığa devam ediyorsunuz, devam edin…..

    Bizler de, Pir Sultanlar gibi direnmeye, yolumuzdan dönmemeye, şehitlerimizi anmaya ve yaşatmaya devam edeceğiz.

    2 Temmuz 2011 günü, Madımak Oteli’nin olduğu sokağı polis kordonu ve barikatı ile kapatan, şehitlerimizin ailelerinin otelin önüne geçerek karanfil bırakmasına izin vermeyen, ailelerimize ve anmaya gelen on binlere göz yaşartıcı bomba atıp biber gazı sıkan sizlere sormak istiyoruz:

    2 Temmuz 1993’de;

    Nerede idi bu polisleriniz?

    Panzeriniz, toma araçlarınız nerede idi?

    Biber gazınız, göz yaşartıcı bombanız nerede idi?

    Ve Polis kalkanınız, copunuz 93’te nerede idi?

    Gerçekten nerede idi bunlar…

    Bizler biliyoruz ki; Madımak yangını yanmaya, mücadele sürmeye devam ediyor, devam edecek…..

    Madımak katliamını bizler yaratmadık.

    18 yıl önce Pirimiz Pir Sultan’ı anmak için Sivas’a giden ülkemizin aydınlık yüzünü oluşturan yazarı, şairi, ozanı, semahçısı, bağlamacısı, yol ereni, yoldaşı 33 canımızı, katleden bir kara zihniyet yarattı Madımak katliamını…

    Bu kara zihniyet, planlayıp programladığı katliamı, Sivas’ta sahneye koydu…

    Bir başka ilimizde de sahneye koyabilirdi.

    Bu kara zihniyet, katliamı Sivas’ta sahneye koyarak; katliamın kara gölgesinin de Sivas’ın üzerinde kalmasını sağladı.

    18 yıldır, Sivas’a giderek Madımak Şehitlerimizi anarken, aynı zamanda Sivas’ın üzerinde bu katliam gölgesinin de kalkmasının mücadelesini vermekteyiz.

    “Sivas kardeşlik şehri olacak” sloganları atarken amacımız, “Katliam Gölgesi”nin Sivas’ın üzerinden kalkmasıdır.

    Bu sene anmalarımızda, karanfil bırakmak isteyen ailelerimize ve anmaya gelen yurttaşlarımıza, göz yaşartıcı bomba ve biber gazları ile saldırılması emrini verenler, Madımak Oteli’nin önüne barikat kurduranlar; Sivas’ın kardeşlik şehri, üzerinden katliamın gölgesinin kalkmasını istemeyenlerdir.

    Madımak Utanç Müzesi, şehitlerimizin adlarının yanından, katillerinin adları silininceye kadar, mücadelemiz sürecektir…

    Sivas halkı, mücadelemize vereceği destekle, Sivas’ın üzerindeki katliam gölgesinin kalkmasını sağlayacaktır.

    Kimse bizden şehitlerimizi anmaktan vazgeçmemizi istemesin ve beklemesin. Boşuna Madımak’ın önüne barikatlar kurmasın… Biber gazları sıkmasın, göz yaşartıcı bomba atmasın, copu ile kalkanı ile saldırmasın…

    Çünkü bizler, “Madımak Utanç Müzesi” oluncaya kadar ve sonrasında da şehitlerimizi anmaya ve yaşatmaya devam edeceğiz. Katliamlara karşı direnmeyi ve katliamları unutmamayı sürdüreceğiz.

    Çünkü biliyoruz ki, unutursak tekrar yaşatırlar.

    UNUTMAK İHANETTİR, UNUTMAYACAĞIZ, UNUTTURMAYACAĞIZ…

    Kamuoyuna saygı ile duyurulur. 04.07.2011



    Hüseyin GÜZELGÜL

    PSAKD Genel Başkanı




  • 
Sayfa: önceki 910111213
Sayfaya Git
Git
sonraki
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.