Şimdi Ara

••••TÜRK ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ •••• (17. sayfa)

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
1.817
Cevap
16
Favori
434.108
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: önceki 1516171819
Sayfaya Git
Git
sonraki
Giriş
Mesaj
  • Anadolu Selçuklu Devleti
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    Oğuz Türklerinin Üçoklu Kınık boyuna mensup Selçuklu hükümdar ailesinden Süleyman Şah tarafından, Anadolu'da kurulmuştur. Malazgirt Zaferi'yle, Anadolu kapılarını Türklere açan Sultan Muhammed Alparslan, bu savaşa katılan kumandan ve Türkmen reislerine, Anadolu'yu Türkleştirme ve İslamlaştırma görevini verdi. Bunlardan, Kutalmışoğlu Süleyman Şah, Selçuk Bey'in oğlu Arslan Yabgu'nun torunu olup, Anadolu'daki fetih harekâtından sonra Antakya'dan Anadolu'ya girdi. 1074 yılında Konya ve havalisini mahallî Rum despotlarından alarak, fetihlere devamla İznik önlerine geldi. 1075 senesinde İznik'i fethederek, emrindeki kuvvetlerin merkezi yaptı. Böylece Türkiye Selçuklu Devletinin temeli atılmış oldu. Süleyman Şah, Bizans'ın mahallî ve merkezî tekfurlukları arasındaki çekişmelerden faydalanarak, bölgede hakimiyetini güçlendirdi.

    İznik'te yeni bir Türk devletinin kurulması, Anadolu'ya gelen Türkmenlerin birleşmesini temin edip, doğudaki Müslüman Türklerin büyük topluluklar halinde bölgeye gelmelerine sebep oldu. Bölgede Türk nüfusunun artarak devletin güçlenmesiyle; Bizans'ın kötü idaresi, bitmek bilmeyen iç savaşlar ve isyanlar sebebiyle perişan olan yerli halk da, Süleyman Şah'ın idaresinde huzur ve sükûna kavuştu. Bu sayede Anadolu Selçuklu Devleti, sağlam bir temele oturdu. Hürriyet ve adalete kavuşan yerli halk, kısa zamanda seve seve Müslüman oldu. Çeşitli gayelerle bölgeye gelen Türkmenleri emrinde birleştiren Kutalmışoğlu Süleyman Şah, Anadolu'da birlik ve hakimiyetini güçlendirmek, Fırat boylarında ve Kilikya taraflarında toplanmaya çalışan Ermeni gruplarına mani olmak için harekete geçti. 1082 yılında Çukurova'ya giden Süleyman Şah, Adana, Tarsus ve Misis dahil tüm bölgeyi zaptetti. 1084'te Hıristiyanlardan Antakya'yı aldı. 1086'da Suriye Selçuklu meliki Tutuş'la yaptığı savaşta yenildi ve savaş meydanında vefat etti. Oğulları, Selçuklu Sultanı Melikşah'ın yanına gönderildi. Devlet bir süre Süleyman Şah'ın İznik'te vekil bıraktığı Ebü'l-Kasım tarafından yönetildi.
    Selçuklu Sultanı Melikşah'ın 1092'de vefatından sonra, İran'dan kaçarak gelen Kılıç Arslan, İznik'te merasimle karşılanıp, Türkiye Selçuklu tahtına çıkarıldı.

    I. Kılıç Arslan, tahta çıkar çıkmaz, devleti yeniden teşkilatlandırdı. İznik'i mamur bir duruma getirdi. İçte otoriteyi sağladıktan sonra, hemen gazâ ve akınlara başladı. Marmara sahillerine yerleşmeye çalışan Bizanslıları bu bölgeden çıkardı. Batıyı emniyete aldıktan sonra doğuya yöneldi ve 1096 yılında Malatya'yı kuşattı. Fakat, bu sırada Haçlıların Batı Anadolu'ya girmesi üzerine, I. Kılıç Arslan, kuşatmayı kaldırıp hızla geri döndü.

    Avrupa'daki meşhur imparator, kral, prens, derebeyi ve şövalyelerin büyük bir taassupla katıldıkları Haçlı Seferlerinin ilki 1096-1099 yılları arasında yapıldı. I. Kılıç Arslan, Haçlıları, vur-kaç taktiğiyle imha etti. Ancak, İznik elden çıktığı için, Konya'yı payitaht (başkent) yaptı. Bizans imparatoruyla antlaşma imzaladıktan sonra, doğu fetihlerine başladı. 1103 senesinde Malatya'yı ele geçirdi. Daha sonra Musul'u da topraklarına kattı. Emir Çavlı, Artukoğlu İlgazi ve Suriye meliki Rıdvan'ın kuvvetleriyle Habur Nehri kenarında yaptığı muharebede yenilerek, nehre düşüp boğuldu. Kılıç Arslan'ın büyük oğlu, Musul valisi Şehinşah, Emir Çavlı tarafından esir alınarak İsfahan'a götürüldü.

    I. Kılıç Arslan'ın ölümü ve oğlunun esir düşmesi, Türkiye Selçuklularını çok sarstı. Düşmanları bunu fırsat bilerek, ülke topraklarına saldırdı. Bizanslılar, Batı Anadolu sahillerini işgale başladılar. Bu durum karşısında Türkler, İç Anadolu'ya doğru çekilmek zorunda kaldılar. 1110 yılında esaretten kurtulan Şehinşah, Konya'ya gelerek tahta geçti. Şehinşah'ın ve Kayseri emîri Hasan Beyin büyük gayretlerine rağmen, Bizanslıların zulmünden kaçan Batı Anadolu'daki Türklerin, Orta Anadolu yaylalarına çekilmesi durdurulamadı.

    1116 yılında Danişmendliler, Sultan Şehinşah'ı tahttan indirip, Şehzade Mesud'u sultan ilan ettiler. Sultan Mesud, Danişmendli tahakkümünden kurtulmaya, Bizanslıları Anadolu'dan atmaya ve birliği sağlamaya çalıştı. 1182 yılında, Batı seferine çıktı. Sonra doğuya seferler düzenledi. Bizanslılar, Türklerin Batı Anadolu'da ilerlemelerini durdurmak için, İmparator Manuel komutasında bir orduyla Konya üzerine yürüdüler. Bu tehlikeli durum üzerine, Sultan Mesud'un oğlu II. Kılıç Arslan, Aksaray'da bir ordu hazırlayarak, Konya önündeki Bizans ordusunun karşısına çıktı. Bizans ordusunu, pusu ve taarruzlarla 1145 senesinde ağır bir yenilgiye uğrattı.

    Bu sırada İkinci Haçlı Seferiyle Anadolu'ya giren Avrupalılar da, Türk kılıçları önünde duramadı. Selçuklu ordusu, Haçlılar karşısında büyük başarılar elde etti. Bu zaferler, istikrar ve yükselme devrini tekrar başlattı. Halka adaletle muamele etmesi sebebiyle, Hıristiyanların bir çoğu, Bizans yerine Türk idaresine bağlandı. Bir çok eser inşa ettiren Sultan Mesud, kırk yıl saltanatta kaldıktan sonra, 1115 senesinde vefat etti. Yerine oğlu II. Kılıç Arslan tahta çıktı. O da babasının yolunda giderek, büyük hamleler yaptı. Anadolu'nun siyasî birliğini kurmaya, ekonomik ve kültürel yükselişini sağlamaya çalıştı. Doğu seferine çıkarak, devletin hudutlarını Fırat nehrine kadar genişletti. Bizanslılar ve yardımcı kuvvetlere karşı, 1176 Miryokefalon (Düzbel/Karamukbeli) Meydan Savaşı'nı kazanarak, Anadolu'yu yurt edinen Türklerin bölgeden atılamayacağını ispatladı. Akıncılarını, Batı Anadolu'nun fethiyle görevlendirdi. 1182 yılında, Uluborlu, Kütahya ve Eskişehir havalileri fethedildi. Denizli ve Antalya kuşatıldı. Danişmend arazisi ve Çukurova zaptedildi.

    Kazanılan zafer ve başarılarla siyasî birlik ve sınır emniyeti sağlandı. Ekonomik ve kültürel yükselme başladı. Bir süre sonra II. Kılıç Arslan, mücadeleyle geçen uzun saltanat yıllarındaki yorgunluğu ve ihtiyarlığını mazeret gösterip istirahata çekildi. Sahip olduğu toprakların idaresini onbir oğlu arasında taksim etti. Kendisi Konya'da büyük sultan olarak kaldı. Oğullarının her biri bir vilayette yönetimi ele aldı. Bu sırada Selahaddin Eyyubî'nin Kudüs'ü zaptetmesi, Üçüncü Haçlı Seferinin başlamasına sebep oldu. Anadolu'dan geçmeye çalışan kalabalık Haçlı ordusu, şehzadelerin direnişiyle karşılaştı. Yaptıkları çete harpleriyle Haçlı ordusuna büyük kayıp verdirdiler. Fakat çok kalabalık olan Haçlıların bir kısmı, Filistin'e ulaştı.

    II. Kılıç Arslan, 1192 senesinde Konya'da vefat etti. Yerine büyük oğlu Gıyaseddin Keyhüsrev geçti. Fakat, kardeşleri onun iktidarını kabul etmeyince, aralarında saltanat mücadelesi başladı. Tokat meliki Rükneddin Süleyman Şah, 1196 yılında Konya'yı zaptetti ve saltanatını ilan etti. Birliği sağladıktan sonra Bizans'ı tekrar senelik vergiye bağladı. İç mücadelelerden yararlanarak hudut tecavüzlerine başlayan Ermenileri cezalandırdı. Gürcüler, Saltukluların zayıflamasından istifade ederek, Erzurum'a kadar gelince, Doğu Seferine çıktı. 1201 yılında, Saltuklu Devletine son verdi. Artuklular ve Mengücüklerden aldığı yardımla, Erzurum'dan Gürcistan üzerine sefere çıktı. Sarıkamış yakınlarında, Gürcü-Kıpçak ordusunun baskınına uğradı ve mağlup oldu. Tekrar Gürcistan seferine çıktıysa da, yolda hastalanarak 6 Temmuz 1204 tarihinde vefat etti. Konya'da Künbedhane'ye defnedildi. Yerine oğlu III. Kılıç Arslan geçti. Fakat çok geçmeden Gıyaseddin Keyhüsrev, Türkmen beylerinin davetiyle, küçük yaştaki yeğeni Kılıç Arslan'ın yerine, tekrar Türkiye Selçukluları sultanı oldu.

    Gıyaseddin Keyhüsrev, devletin hudutlarını emniyete almak için, Bizanslılar ve Ermenilerle mücadele etti. Dördüncü Haçlı Seferiyle (1204) İstanbul, Latin hakimiyetine girdi. Bizans hanedanı Anadolu'ya kaçıp, İznik ve Trabzon'da iki devlet kurdu. Bizanslılar, Karadeniz kıyılarına yerleşerek ticaret yollarını kapattılar. Gıyaseddin Keyhüsrev, ticaret yolunu açmak için, 1206 yılında sefere çıktı. Bizanslıları bu bölgeden atarak, Karadeniz yolunu açtı. Ertesi sene Akdeniz sahillerine inerek Antalya'yı fethetti. Bu sırada akıncı beyleri, Batı Anadolu'da bir çok yeri aldı. Bu fetihler, İznik Bizanslılarını telaşlandırdı. Bizans ordusu ile, 1211 senesinde Alaşehir'de yapılan muharebede Selçuklu ordusu büyük zafer kazandı. Savaş bittikten sonra, Gıyaseddin Keyhüsrev, meydanı dolaşırken bir düşman askeri tarafından şehit edildi. Yerine oğlu İzzeddin Keykavus geçti.

    İzzeddin Keykavus, saltanatının ilk yıllarında taht mücadelesini halletti. Daha çok iktisadî meselelere, ülkenin imarına ve kültür faaliyetlerine önem verdi. Kervansaray, cami ve medreseler inşa ettirdi. Verem hastalığına yakalanan İzzeddin Keykavus, 1220 yılında Viranşehir'de vefat etti. Sivas'ta yaptırdığı darüşşifanın yanındaki türbesine defnedildi. Yerine kardeşi Alâeddin Keykubad geçti.
    Sultan Alâeddin Keykubad zamanı, Türkiye Selçuklularının en kudretli, en müreffeh ve en parlak devri olarak geçti. Anadolu'nun emniyeti içi başta Konya, Kayseri ve Sivas olmak üzere, şehirleri surlarla tahkim ettirdi. Moğol tehlikesine karşı hudutlarda tedbir aldı. Bu işleri sırasında fetihlere de devam etti. Askerî ve ticarî önemi büyük olan Kolonoras kalesini muhasara altına aldı. 1221 senesinde kaleyi fethetti. Buraya, sultanın ismine nispetle Alâiye denildi. Moğol tehlikesine karşı tahkim ve askerî tedbirler yanında diplomatik yola da başvuruldu. Moğol Ögedey Kağan'a elçi gönderip barış yaptı. Alâeddin Keykubad, saltanatı zamanında Türkiye Selçuklu Devletini, Moğol istilâ ve zulmünden korudu. Alâeddin Keykubad, 1 Haziran 1237 tarihinde Kayseri'de vefat etti. Yerine İzzeddin Kılıç Arslan'ı veliaht tayin etmesine rağmen, büyük oğlu Gıyaseddin Keyhüsrev tahta geçti.

    II. Gıyaseddin Keyhüsrev (1237-1246), Moğollara Kösedağ'da yenilince (Temmuz-1243), devletin yıkımı başladı. Kösedağ bozgunundan, Anadolu Selçuklu Devletinin yıkılışına kadar olan devrede (1243-1308), Selçukluları büsbütün sindirmek için, Moğol faaliyet ve zulmü devam etti. 1259'da, Kızılırmak hudut olmak üzere devletin ikiye ayrılması, 1262'de Karamanlılar'ın isyan ederek Konya üzerine yürümeleri, 1276'da Moğollara karşı Hatıroğlu İsyanı, 1277'de Mısır Memlûk Sultanı Baybars'ın, Hatıroğlu'nu desteklemek için Anadolu'ya girip Kayseri'ye kadar gelmesi, Karamanoğlu Mehmet Bey'in 1277'de Konya'da yeni bir sultanı tahta çıkartma girişimiyle, Cimri hadisesi gibi çeşitli siyasî, ekonomik ve sosyal çalkantılar meydana geldi. Anadolu Selçuklu Devletinin çöküşü başlayınca, Moğol zorbalığının önüne geçmek için Türk beyleri ve Anadolu halkının yer yer mücadelesi görüldü. Çökmekte olan devletin yıkıntıları üzerinde çeşitli Oğuz boyları, Türkmen ve kumandanlar, beylikler kurmaya başladı. Bu beyliklerden, Bizans hududunda kurulan Osmanlı Beyliği'nin, Batı Hıristiyan âlemine açık fütuhat cephesiyle diğerlerinden farklı stratejik mevkide bulunması; o yönde sürekli genişleme imkânı bulduğu gibi, dar ve sıkışık beyliklerin reislerine yerine göre dostça, bazen de baskı yaparak, bütün Anadolu'yu kendi idaresinde toplamasını, 20. yüzyılın başlarına kadar üç kıtaya hakim olmasını sağladı.

    Anadolu Selçuklu Devleti toprakları üzerinde Moğollar, Haçlı istila hareketi neticesi gibi korkunç katliam, yıkım ve dehşet saçıcı hadiselerle bölgeyi işgal ettiler. Moğol istilasıyla, Anadolu Selçuklu Devleti, 14. yüzyılın başında yıkıldı. Anadolu, Moğol kontrolüne girdiyse de, 14. yüzyıldan sonra bölgede Osmanlı hakimiyeti başlayıp, Haçlıların ve Moğolların açtığı yaraları kapamaya çalıştı.
    Türkiye Selçuklularını, Oğuzların Üç Oklar kolunun Kınık boyuna mensup Selçuklular kurup yönettiler. Devlet teşkilatı, sağlam bir esasa sahipti. Türkiye Selçukluları; Karahanlı, Büyük Selçuklu ve Abbasîlerin yanında diğer Türk ve İslam devletlerinin teşkilatlarından da büyük ölçüde faydalandılar. Bunları mükemmel bir şekilde kendi bünyelerine uydurdular. Sultanlar, devletin idaresinde hissedilen ihtiyaçlara göre teşkilatlarını genişlettiler ve zaman zaman da yenileme yoluna gittiler. Devletin, hanedan mensupları arasında bölüşülmesinin; bölünmeye ve saltanat mücadelesine sebep olduğu görüldü. II. Kılıç Arslan'dan sonra merkeziyetçilik geliştirildi.

    Devlet, önceki Türk hakimiyetlerinde olduğu gibi, hanedanın ortak sorumluluğu altındaydı. Devleti idare eden hükümdarın ise, hanedan mensubu olması şarttı. İsimleri Türkçe ve İslamî idi. Ayrıca, halife ve âlimler tarafından künye ve lakaplar verilirdi. Tahta yeni çıkan sultanlar, halifeye hükümdarlıklarını tasdik ettirirler, adlarına hutbe okutur ve para bastırırlardı. Savaşlarda veya herhangi bir gezide, hakimiyet alâmeti olarak, sultanların başları üstünde, atlastan veya altın işlemeli kadifeden yapılmış bir çetr (şemsiye) tutulur, daima yanında hazır bulunan kös, sultanın kapısında günde beş kez nevbet çalardı. Vilayetlerdeki meliklerin, günde üç nevbet çaldırma hakları vardı. Sultanlar, haftanın belli günlerinde devlet erkânını ve emîrleri huzurlarına kabul eder ve onların görüşlerini alırlardı. Sultan iktaların dağıtılması, kadıların (hakim) tayini, devlete bağlı beylik ve sultanlıkların başına geçenlerin tayinlerini onaylar, hükümete karşı işlenen cürümlerle uğraşan yüksek mahkemeye de başkanlık ederdi. Devletin idaresi, birinci derecede sultana ait olmakla birlikte, bizzat kendisi mevcut kanunlara uyardı. Sultan, adalet mekanizmasının sağlıklı olması için, haftada iki gün halkın derdini dinlerdi.

    Sultanlar, sarayda otururdu. Sarayda Hacibü'l-Hüccab, Üstadüddâr, Silahdar, Emîr-i Alem, Câmedâr, Taştâr veya Âbdâr, Emîr-i Çaşnigîr, Emîr-i Ahur, Emîr-i Şikâr, Emîr-i Devât, Emîr-i Mahfil, Serheng-i Nedîm, musahip görev yapardı. Bunlar, sultanın en emniyetli adamları arasından seçilir ve her birinin emrinde askerî kıtalar bulunurdu.

    Ordu; Gulamân-ı Saray, hassa ordusu, hânedâna mensup meliklerin kuvvetleri, Türkmen kuvvetleri, tâbi kuvvetler, ücretli askerler ve donanmadan oluşurdu. Ordunun ve idarenin esasını, mahallinde çiftçilerin ödediği vergilerle beslenen Türk iktâ askerleri teşkil ederdi. Orduda, dinî vazifeleri görmek ve gazâ ruhunu canlı tutmak maksadıyla âlim, derviş ve mutasavvıflar bulunurdu. Silah olarak, ok, yay, kılıç, kargı, çomak, gürz, mızrak, topuz, nacak, mancınık, merdiven, seyyar kule kullanılırdı. Ordudaki birlikler, çeşitli bayrak, tuğ ve alem taşırlardı.

    Adlî Teşkilat: Türkiye Selçuklularında, şer'î davalara her şehirde bulunan kadılar bakardı. Konya'da oturan baş kadıya Kâdı'l-kudât denirdi. Bu kadılar, tereke (miras), hayrat işleri ve vakıfların idaresine bakarlardı. Selçuklularda örfî davalara bakan mahkemeler de bulunurdu. Bu mahkemeler, asayiş, devlet âmirlerine itaatsizlik ve siyasî suçlar gibi davalara bakarlardı. Bu örfî mahkemelerin başında, emîr-i dâd bulunurdu. Kadıların verdikleri hükme itiraz edilemezdi. Ancak yanlış verilen bir hüküm olursa, diğer kadılar tarafından altı imzalanarak, sultana arz edilirdi. Kadıların yüksek medrese tahsili görmüş, İslam ahlakıyla ahlâklanmış kimseler olması şarttı. Müftîler, Hanefî mezhebine göre fetva verirlerdi.

    Eğitim, Kültür ve Edebiyat: Anadolu Selçuklu sultanları, kültür ve medeniyet hizmeti için, ilme ve âlimlere değer verdiler. Bir ilim ocağı olan medreselerde eğitim ve öğretim ücretsizdi. Vakıf gelirleri, onların geçimini temin ederdi. Medreselerde İslam ilimlerinden; tefsir, hadîs, hadîs usulü, kelâm, kelâm usulü, fıkıh, fıkıh usulü ve tasavvuf yanında, matematik, astronomi, tıp ve felsefe gibi bilimler de öğretilirdi. Genellikle, medresenin yanında, dârüşşifa denilen hastane, cami, kütüphane, zâviye, kervansaray, imaret de bulunurdu. Bunlar da birer ilim irfan yuvasıydı. İslam ülkelerinden bir çok âlim, Anadolu'daki ilim yuvalarına gelip ders verdiler. Başta sultan olmak üzere devlet adamlarından ve halktan iyi muamele gördüler. Türkiye Selçuklu Devletini, ilim ve irfan yuvası haline getiren değerli âlimlerin arasında; Şihabüddin-i Sühreverdî, Necmeddîn-i Râzî, Muhyiddîn-i Arabî, Ahmed Fakîh, Mevlânâ Celaleddîn-i Rumî, Hacı Bektaş-ı Velî, Sadreddîn-i Konevî, Safiyyüddîn Muhammed Urmevî, Siracüddîn Mahmud Urmevî, İzzeddîn Urmevî, Celaleddîn Habîb, Sadeddîn-i Ferganî, Fahreddin Irakî, Kadı Burhaneddin, Kutbeddîn-i Şirazî, Ahî Evran, Ebu Hamid Kirmanî, Şems-i Tebrizî, Muhammed Behaüddîn Veled, Seyyid Burhaneddin Muhakkık Tirmizî, Şeyh Hüsameddin Çelebi, Mevlanâ Muhyiddîn Kayserî, Şeyh Edebâlî, İbn-i Türkmanî, İbrahim-i Hemedanî, Cemaleddin-i Aksarayî gibi devrin en seçkin âlimleri vardı.

    Anadolu'da Türkmenler, Türkçe konuşup, sözlü ve yazılı edebiyat eserleri meydana getirdiler. Dinî ve bazı edebî eserlerde Arapça ve Farsça kullanıldı. Halkın büyük çoğunluğu Türkçe konuşurdu. Daha sonraları Türkçe, edebiyat dili haline geldi. Ahmed Fakîh, Hoca Dehhanî, Hoca Mesud, Yunus Emre, Türkçe şiirler söyleyip yazdılar. Yunus Emre, şiirdeki büyük kudreti ve tasavvuf aşkıyla, Türkçe'nin en güzel, en iyi örneklerini verdi. Göçebeler arasında, Oğuznâme ve Dede Korkut destanlarıyla gâziler arasında çok rağbet bulan Danişmendnâme ve Battalnâme, bu dönemde sözlü edebiyattan yazılı edebiyata intikal etti. Mevlanâ Celaleddin-i Rumî ve oğlu Sultan Veled, insanlara doğru yolu gösteren ve nasihat veren eserlerini Farsça yanında Türkçe'yle de yazdılar.

    Ticaret: Türkiye Selçukluları, Anadolu'yu Müslüman ve gayrimüslim kavimler arasında bir köprü haline getirdiler. Dünya ticaret yollarını açıp, tedbirler aldılar. Ticarî ilişkileri zorlaştıran engelleri kaldırıp, ülkenin bir çok yerinde kervansaraylar yaptırdılar. Yolcuların, buralarda hayvanları ile birlikte üç gün ücretsiz kalma ve yemek yeme hakları vardı. Buralara gelen Müslüman ve gayrimüslim, zengin-fakir, hür-köle bütün misafirlere aynı yemeğin verilmesi ve eşit muamele yapılması esastı. Kervansaraylar ve hanlar külliye halinde olup, hepsinin cami ve kütüphanesi vardı.


    Anadolu Selçuklu Sultanlarının Tahta Çıkış Tarihleri

    Kutalmışoğlu Süleyman Şah / 1076
    Ebü'l-Kasım'ın nâibliği / 1086
    Birinci Kılıç Arslan / 1092
    Fetret Devri / 1107-1110
    Şehinşah (Melikşah) / 1110
    Birinci Rükneddin Mesud / 1116
    İkinci Kılıç Arslan / 1155
    Birinci Gıyaseddin Keyhüsrev (Birinci Hükümdarlığı) / 1192
    Rükneddin Süleyman Şah / 1196
    Üçüncü Kılıç Arslan / 1204
    Birinci Gıyaseddin Keyhüsrev (İkinci hük.) / 1205
    Birinci İzzeddin Keykavus / 1211
    Birinci Alâeddin Keykubad / 1220
    İkinci Gıyaseddin Keyhüsrev / 1237
    İkinci İzzeddin Keykavus / 1246
    Ortak İktidar / 1249-1254
    Birinci Keykavus / 1254
    Dördüncü Kılıç Arslan (Ülkenin bir bölümünde) / 1257
    Üçüncü Gıyaseddin Keyhüsrev / 1266
    İkinci Gıyaseddin Mesud (Birinci hük.) / 1284
    Saltanat Mücadelesi / 1296-1298
    Üçüncü Alâeddin Keykubad / 1298
    İkinci Gıyaseddin Mesud (İkinci hük.) / 1302
    Beşinci Kılıç Arslan / 1310
    Moğol Valisi Timurtaş'ın Türkiye Selçukluları saltanatına son vermesi / 1318



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Çöl Gezer -- 8 Mayıs 2008; 23:21:33 >




  • Arkadaslar benide uye yazarmisiniz.
  • ASKERİYLE BİRLİKTE ÇEKİRGE YİYEREK KUTSAL EMANETLERİ KORUDU

    ÖMER FAHREDDİN PAŞA

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    Ömer Fahreddin Paşa (Türkkan), (1868, Rusçuk - 1948, İstanbul) Mondros Mütarekesinden sonra teslim olmayıp Medine'yi 72 gün daha savunan Türk kumandanıdır. Medîne müdâfii Türk Kaplanı Çöl Kaplanı, Medine Kahramanı adlarıyla anılır.
    Bulgaristan'da doğdu, 93 Harbinden sonra ailesiyle birlikte İstanbul'a geldi. Harp 0kulunu ve harp akademisini bitirdikten sonra 1891'de kurmay yüzbaşı olarak Osmanlı ordusuna katıldı. Balkan Savaşında Çatalca savunmasında ve Edirne'nin geri alınışında görev aldı.

    I. Dünya Savaşı başladığında 4. Orduya bağlı 12. kolordu komutanı olarak Musul'da bulunuyordu. 1915'te 4. Ordu komutan vekilliğine getirildi. bu bölgede iken hem tehcire tabi tutulan Ermenileri yerleştirme işiyle uğraştı, hem de Urfa, Zeytun, Musadağı ve Haçin Ermeni isyanlarını bastırdı.
    1916'da 4. Ordu komutanı Cemal Paşa tarafından Medine'ye gönderildi. Fahreddin Paşa elindeki kısıtlı imkânlara rağmen aldığı tedbirler sayesinde Medine'yi 2 yıl 7 ay savundu. Herhangi bir yağma ihtimaline karşı tedbir olarak, Medine'deki 30 parça Kutsal Emaneti 2000 askerin koruması altında İstanbul'a gönderdi. Medine'nin etrafı isyancıların eline geçmeye başlayınca İstanbul'daki Hükümet, Medine'nin boşaltılmasını istedi. Fahreddin Paşa 'Peygamberin kabrinin bulunduğu Medine'deki Türk Bayrağını kendi elimle indiremem' diyerek şehirden ayrılmayı kabul etmedi.

    Bir süre sonra Medine'nin etrafı tamamen kuşatıldı. Türk orduları kuzeye doğru geri çekilmeye başladı. Etrafındaki Türk birlikleriyle irtibatı tamamen kesilen Fahreddin Paşa şehri savunmaya devam etti.
    30 Ekim 1918'de Osmanlı Devleti Mondros Mütarekesini imzalayarak I. Dünya Savaşından çekildi. Mütarekenin 16. maddesine göre Fahreddin Paşa'nın teslim olması gerekiyordu. Kendisine Mondros Mütarekesini tebliğ için İstanbul'dan gönderilen yüzbaşıyı hapsettirdi. Medine'ye en yakın Osmanlı birliği 1300 km uzakta olmasına rağmen Mondros Mütarekesinden sonra da teslim olmadı ve şehri savunmaya devam etti. Osmanlı devletinin teslim olmasında sonra 72 gün daha Medine’yi savunmaya devam eden Fahreddin Paşa yiyecek, ilaç ve cephanenin bitmesinden sonra kendi askerleri tarafından etkisiz hale getirildi ve şehir 13 Ocak 1919'da teslim oldu. Böylece Medine'de 400 seneden beri süren Türk hakimiyeti sona erdi.

    İngilizler tarafından Türk Kaplanı ismi verilen Fahreddin Paşa, savaş esiri olarak önce Mısır'a daha sonra da Malta'ya gönderildi. 8 Nisan 1921'de Malta'da kurtulduktan sonra Milli Mücadele’ye katılmak üzere Ankara'ya geldi. 9 Kasım 1921'de TBMM tarafından Kabil Büyükelçiliğine tayin edildi.
    1936'da Tümgeneral rütbesi ile Türk Silahlı Kuvvetlerinden emekliye ayrılan Fahreddin Paşa, 1948'de İstanbul'da vefat etti.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Oriental -- 9 Mayıs 2008; 0:20:12 >




  • quote:

    Orjinalden alıntı: eggy13

    bastır magnum


    teşekkürler herkese

    Rica ederim eggy13 kardeşim...
  • AVRUPA'DAN İLGİNÇ NOTLAR

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    Bir dahaki sefer ellerinizi yikarken suyun sicakligi
    tam istediginiz
    gibi degilse eskiden Ingiltere'de bu islerin nasil
    yapildigini düsünün.
    1500'lerde Ingiltere'de isler söyle yapiliyordu :

    Insanlarin çogu Haziran'da evleniyordu Çünkü senelik
    banyolarini Mayis
    ayinda yapiyorlar, Haziran'da hala çok kötü
    kokmuyorlardi. Ama yine de
    kokmaya basladiklari için gelinler vücutlarindan çikan
    kokuyu bastirmak
    amaciyla ellerinde bir buket çiçek tasiyordu.
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    Banyolar içi sicak suyla doldurulmus büyük bir fiçidan
    meydana
    geliyordu. Evin erkegi temiz suyla yikanma imtiyazina
    sahipti. Ondan
    sonra ogullari ve diger erkekler, daha sonra kadinlar,
    sonra çocuklar
    ve en son olarak ta bebekler ayni suda yikaniyordu. Bu
    esnada su o kadar
    kirli hale geliyordu ki içinde gerçekten bir seyleri
    kaybetmek mümkündü.
    Ingilizce'deki "banyo suyuyla birlikte bebegi de
    atmayin" (Don't throw
    the baby out with the bath water) deyimi buradan
    gelmektedir.

    Evlerin çatilari üst üste yigilmis kamistan yapiliyor,
    kamislarin
    altinda tahta bulunmuyordu. Burasi hayvanlarin
    isinabilecekleri tek yer
    oldugu için bütün kediler, köpekler ve diger küçük
    hayvanlar (fareler,
    böcekler) çatida yasiyordu. Yagmur yagdigi zaman çati
    kayganlasiyor ve
    bazen hayvanlar kayarak çatidan asagi düsüyordu.
    Ingilizce'deki
    "kedi-köpek yagiyor" (It's raining cats and dogs)
    deyimi buradan
    gelmektedir.
    Yukaridan evin içine düsen seyleri engelleyecek hiçbir
    sey yoktu.
    Böceklerin ve buna benzer nesnelerin yataklarin içine
    düsmesi büyük bir
    sikinti olusturuyordu. Etrafinda yüksek direkler ve
    üstünde örtü bulunan
    Ingiliz usulü yataklar buradan gelmektedir.

    Zemin toprakti. Sadece zenginlerin zemini topraktan
    baska bir seyden
    yapilmisti. Toprak kadar fakir (dirt poor) tabiri
    buradan çikmistir.

    Zenginlerin ahsaptan yapilmis zeminleri vardi. Bunlar
    kisin islandigi
    zaman kayganlasiyordu. Bunu önlemek için yere saman
    (thresh)
    seriyorlardi. Kis boyunca saman sermeye devam
    ediliyordu. Bir zaman
    geliyordu ki kapi açilinca saman disariya tasiyordu.
    Buna mani olmak
    üzere kapinin altina bir tahta parçasi konuyordu ki
    bunun adi "thresh
    hold" (saman tutan; Türkçesi "esik") idi.
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    Yemek pisirme islemi her zaman atesin üzerine asili
    durumdaki büyük bir
    kazanin içinde yapiliyordu. Her gün ates yakiliyor ve
    kazana bir seyler
    ilave ediliyordu. Çogu zaman sebze yeniyor, et pek
    bulunmuyordu. Aksam
    yahni yenirse artiklar kazanda birakiliyor, gece
    boyunca soguyan yemek
    ertesi gün tekrar isitilarak yenmeye devam ediliyordu.
    Bazen bu yahni
    çok uzun süre kazanda kaliyordu. "Bezelye lapasi
    sicak, bezelye lapasi
    soguk, kazandaki bezelye lapasi dokuz günlük" (peas
    porridge hot, peas
    porridge cold, peas porridge in the pot nine days old)
    tekerlemesinin
    mensei budur.

    Bazen domuz eti buluyorlar o zaman çok seviniyorlardi.
    Eve ziyaretçi
    gelirse domuz etlerini asarak onlara gösteris
    yapiyorlardi. Birisinin
    eve domuz eti getirmesi zenginlik isaretiydi. Bu etten
    küçük bir parça
    keserek misafirleriyle oturup paylasiyorlardi. Buna
    "yag çignemek" (chew
    the fat) adi veriliyordu.

    Parasi olanlar kalay-kursun alasimindan yapilmis
    tabaklar alabiliyordu.
    Asidi yüksek olan yiyecekler kursunu çözerek yemege
    karismasina sebep
    oluyor, böylece gida zehirlenmelerine ve ölüme yol
    açiyordu. Domatesler
    buna sik sik sebep oldugu için bunda sonraki yaklasik
    400 yil boyunca
    domateslerin zehirli oldugu düsünülmüstü.

    Çogu insanin kalay-kursun alasimindan yapilmis
    tabaklari yoktu. Onun
    yerine tahta tabaklar kullaniyorlardi. Çogu zaman bu
    tabaklar bayat
    ekmekten yapiliyordu. Ekmekler o kadar bayat ve sertti
    ki uzun zaman
    kullanilabiliyordu. Bunlar hiçbir zaman yikanmadigi
    için içinde kurtlar
    ve küfler olusuyordu. Kurtlu ve küflü tabaklardan
    yemek yiyen insanlarin
    agizlarinda "tabak agzi" (trench mouth) denen hastalik
    ortaya çikiyordu.
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    Ekmek itibara göre bölüsülüyordu. Isçiler yanik olan
    alt kabugu, aile
    orta kismi, misafirler de üst kabugu alirdi.

    Bira ve viski içmek için kursun kadehler
    kullaniliyordu. Bu bilesim
    insanlari bazen birkaç gün suursuz vaziyette
    tutabiliyordu. Yoldan geçen
    insanlar bunlarin öldügünü sanip defnetmek için
    hazirlik yapiyordu.
    Bunlar birkaç gün süreyle mutfak masasinin üstüne
    yatiriliyor¸ aile
    etrafina toplanip yiyip-içerek uyanip uyanmayacagina
    bakiyordu. Buna
    "uyanma" nöbeti deniyordu.

    Ingiltere eski ve küçük bir yerdi, insanlar ölülerini
    gömecek yer
    bulamamaya baslamisti. Bunun için mezarlari kazip
    tabutlari çikariyor,
    kemikleri bir "kemik evi"ne götürüyor ve mezari
    yeniden kullaniyorlardi.
    Tabutlar açildiginda her 25 tabutun birinde iç tarafta
    kazinti izleri
    oldugu görüldü. Böylece insanlarin diri diri gömüldügü
    ortaya çikti.
    Buna çözüm olarak cesetlerin bileklerine bir ip
    baglayip bu ipi tabuttan
    disariya tasiyarak bir çana bagladilar. Bir kisi bütün
    gece boyu
    mezarlikta oturup zili dinlerdi. Buna mezarlik nöbeti
    "graveyard shift")
    denirdi. Bazilari zil sayesinde kurtulur ("saved by
    the bell") bazilari
    da "ölü zilci" (dead ringer) olurdu.
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Oriental -- 9 Mayıs 2008; 14:18:33 >




  • TUĞRA


    Tuğra Hat SanatıTuğra dört bölümden ibarettir. Bunlara çeşitli isimler verilmiştir.

    1- Tuğranın Sere’si (Kürsüsü): Tuğranın alt tarafında bulunan ve asıl metnin yazılı olduğu kısmın adıdır. Buraya kürsü adı da verilir Sere padişah III. Mehmet’in tuğralarında belirlenmeye başlamıştır.

    2- Tuğranın Beyzeleri : Tuğranın sol tarafında bulunan ve genellikle Han ve Bin kelimelerindeki nün harflerinin bazen de başka bir kelimedeki dal harfinin teşkil ettikleri kavislere verilen isimdir. Bazı tuğralarda beyzeler tuğra şeklini tamamlayan işaretlerdir.

    3- Tuğranın Tuğlan : Tuğranın üst tarafındaki elif harfi .şeklindeki çizgilerin adıdır. Bunlar, bir tuğra dışında her tuğradan üç adet olarak görülmektedir. Tuğlar bazı tuğralarda hiçbir harf- ifade etmeyen ve sadece şekli tamamlayan işaretlerde olabilir. ”OSMANLI DEVLET DÜZENİNE ÜÇ TUÐ HÜKÜMRANLIK alametidir. Tuğralarda bulunan,üç tuğ geleneği de bu alametin Tuğralarda yansıması olarak da düşünülebilir.

    4- Tuğranın Kollan : Beyzelerin devamı olan ve “muzaffer” kelimesinin üzerinden geçerek sağa doğru paralel uzanan kısımlara verilen isimdir. Bunlara hançere adı da verilir.

    Tuğrada metin ile ilgisi olmayan bazı işaretler de bulunmaktadır. Bu işaretler, tuğranın şeklini tamamlamak için ilave edilmişlerdir. Hiçbir kelime veya harf değillerdir. Bir mana taşımazlar.

    Tuğranın gelişmesi incelendiğinde, her tuğranın bir evvelki padişah tuğrasına mümkün olduğu kadar benzetilmek için gayret sarf edildiği görülür. Tuğraya giren yenilikler bile çok’ defa bu benzetmeyi sağlamak için yapılmıştır.

    Tuğralar genellikle iki beyzeli ve üç tuğludur. Her yeni tuğrada bu unsurların da bulunması gerekir. Eğer metindeki harfler bir tuğ, bir beyze veya her ikisi birden tuğraya ilave edilir. Tuğrası haricinde bütün padişah tuğralarında yer almıştır.

    EL MUZAFFER DAİMA TABİRİ : Daima Muzaffer olan, galip gelen anlamında

    Arapça bir tamlamadır. Murat II den sonra bütün tuğra metinlerinde görülmektedir.

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    TUĞRALARDA NOKTALAMA ve İŞARETLER:

    Tuğralarda harfler noktasız yazılır. İlk tuğralarda bazı harflerin noktalan belirli biz düzen olmadan konulmuştur. Hatta bazı harfler noktasız, bazı harfler noktalı yazılmıştır, îç ve dış beyzeleri meydana getiren ”N” nün harfi İçin ilk tuğra örneklerinde bazen tek bazen çift nokta konmuştur. Ortadaki tek nokta zamanla süs halini almış ve Fatih’in tuğralarında metne ”daima” kelimesinin girmesi ile nokta kalkmıştır.
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    Tuğra Metni:

    1- Padişah ve Babaların İsimleri :

    Tuğra, padişahın yazılı alameti, bir çeşit imzası olduğuna göre metindeki en önemli kelimeler, padişahın kendi adıyla babasının adıdır. Bu ikisinin okunması çok defa tuğranın hangi padişaha ait olduğunun anlaşılmasına yetmektedir. İlk tuğralarda metin sadece bu iki isim ile oğlu manasına gelen ”bin” kelimesinden ibaret idi (Orhan bin Osman gibi.). İsimler tuğranın seresinde yer alır. Tuğra metni genellikle aşağıdan yukarıya doğru okunacak şekilde istif edilir. Tuğra sahibinin adı altta, babasının ki üstte bulunur. Bazı tuğralarda bu isimler iç içe girmiş, bazılarında ise bir satır halinde yazılmıştır.

    2- Bin Kelimesi :

    Arapça oğul manasına gelen bir kelimedir. Tuğralarda padişahın babasının isminin önüne gelir (Orhan bin Osman ”Osman oğlu Orhan” gibi-).

    3- Han Kelimesi:

    Han, eski Türklerde hükümdara verilen bir unvandır. Osmanlı padişahları da bunu kullanmışlardır. Han unvanı ilk defa Bayezit I. nin tuğrasında görülmektedir. (BAYEZİD BİN MURAD HAN gibi)

    4- Şah Kelimesi :

    Şah kelimesi bir unvan olmakla birlikte tuğralarda ilk defa bir isim eki olarak görülür. Şehzade Selim’in kendi tuğrasına koyduğu şah kelimesi, isminin Selim Şah olduğundandır. (Kardeşleri Şehin Şah ve Alem Şah gibi). Kanunî Sultan Süleyman da asıl ismi Süleyman Şah’tır.

    Selim Fin isminde Şah yoktur. Şehzadeliğinden çektirdiği tuğralarda Şah unvanım kullanmıştır. Padişah olduktan sonra tuğra metnine Şah unvanı girmiş, ”Şah” kelimesi iki defa tekrar edilmiştir. (Selim Şah Bin Süleyman Şah Han El Muzaffer Daima gibi)

    Selim I den itibaren (1512 - 1520)

    Nişancılık : Osmanlı Devlet teşkilatındaki ”Kalemiye” sınıfının en yüksek altın makamlarından biri nişancılık idi. Bu memuriyette bulunanlara Nişancı, Tevki, Muvakki veya Tuğra denilirdi.

    18. asrın başına kadar nişancılar, devletin eski ve yeni kanunlarım ve merasimlerini en iyi bilen, şeriat ve hukuk kanunlarım telif edebilen ve Divan’da bu konuda fikir ve görüşlerinden faydalanılan kimselerden seçilirlerdi.

    Diğer devletlere ve hükümdarlara Name-i Hümayunların yazılması da nişancılara ait bir görevdi. Nişancılar bir tür resmi evrakları kontrol ederek, padişahın imzası olan tuğrayı çekerlerdi. Bu onlara bir çeşit teftiş hakkı da kazandırıyordu.
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    İlk devirlerde padişahların kendi tuğralarını kendilerinin de çektikleri biliniyor. Sonradan devletin büyümesi ve işlerin çoğalması bu vazifenin nişancılara verilmesini gerektirmişti.

    Padişahlar birine sevgi ve iltifat olsun diye tuğrasını meşketmeyi (tuğra çekme alıştırmaları) emrederlerdi. Bu bir teveccüh idi. Vezir tayin edilenlerin tuğra çekmeyi mest etmeleri usuldendi ve buna ”Meşk-i Tuğra” denirdi.

    Sahte tuğra çekmenin cezası çok ağırdı. Bu suçu işleyenlere elini kesme ve ömür boyu hapis cezası verilirdi.

    Sadrazam, vezirler ve kazaskerler gibi nişancılar da Divan-ı Hümayun üyesi idiler.

    Sınır eyaletlerindeki vezirlere aradaki mesafenin uzunluğu ve çabuk karar verme gereği düşünülerek, tuğra çekme izni verilmiş, bu usul 17. yüzyılda kaldırılmıştır.
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    Serdar-ı Ekrem yani padişah adına ordu başkumandanı olarak sefere giden sadrazamlarada mecburen Tuğra çekilmiş kağıtlar verilir, gerektiğinde bunları doldurmalarına müsaade edilirdi. Bu uygulama diğerlerinden farklı olup, ferman yine padişah adına çıkardı. Bununla birlikte daha sonra bu usul de terk edilmiş, Serdar-ı Ekrem’lere padişah adına olmak şartıyla tuğra çekme izni verilmiştir.

    Mahlas :

    Tuğraların sağ üst köşesine buradaki boşluğu değerlendirmek ve güzel görünmesini sağlamak maksadı ile estetik bir kaygı ve denge için yaprak veya çiçek resmi konurdu. Bilhassa 2. Süleyman ve 3. Ahmet’ten sonra bu bir gelenek halini aldı. Bu resimler süs olarak konduğu için evrak üzerindeki tuğralara çiçek veya yaprak konmazdı. Bu tür süslü tuğralar paralar üzerinde daha çok görülür.

    İlk defa 2. Mahmud tuğralarında çiçek ve yaprak konan boşluğa Adlî mahlasın konduğu görülmektedir. 2. Mahmud Adlî mahlasını tahta çıktığı ilk günden itibaren kullanmıştır.

    Osmanlıların ilk sultanları harbe gider ve dönüşlerinde Gazi unvanı alırlardı. Şeyh-ül İslâm fetvası ile verilen gazilik unvanı son dönemlerde sultanlara kazanılan bir harbin şerefine verilmiştir.

    2. Abdülhamid, 3. Plevne savaşından sonra bu unvanı almış ve 1877 (1294) de çıkartılan ”Rusya Muharebesi” madalyaları üzerindeki tuğraların sağ ve üst köşelerine ”El Gazi” mahlası konmuştur.

    2. Abdülhamid, El Gazi mahlasını resmi evraklarda tuğra ile birlikte daima kullanmıştır.
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    Sultan 5. Mahmad mahlas kullanan üçüncü sultandır. Tahta çıkışının ilk günü kendisine sunulan tuğrada sağ üst köşede Reşadmahlası bulunmaktadır. Bu mahlasını resmi evraklarda, binalarda, paralarda ve tuğranın kullanıldığı her yerde tuğrası ile birlikte kullanmıştır.
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    Çanakkale Zaferinden sonra, paralarda ve resmi evraklardaki tuğralarında reşad yerine ”el gazi” mahlasını kullanmaya başlamıştır.

    Şehzade Tuğraları:

    Osmanlı padişahlarının erkek çocuklarına kimden doğmuş olursa olsun. Çelebi Mehmet zamanına kadar Çelebi, bundan sonra da Şehzade denmiştir.

    İlk Osmanlı Şehzadeleri küçük yaştan itibaren önemi olan Sancak ve vilayetlerde valilik ederlerdi. Bu suretle idari işlerde yetişmeleri sağlanırdı.

    Şehzade sancaklarından hemen hepsi Anadolu Beyliklerinden alınan yerlerdi. Şehzadeler bu birliklerin başşehirlerini kendilerine merkez yapmıştı.
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••
    Şehzadeler, isimleri ile tuğra çektirirler, emirler yazdırırlar ve bu suretle kendi idareleri altındaki bölgelerde bir padişah gibi hüküm sürerlerdi. Yalnız kendi adlarına para bastıramaz ve namlarına hutbe okutamazlardı. Bu iki imtiyaz yalnız padişahlara aittir.

    Şehzade tuğraları da, aynı usullerle tertip edildiğine göre şekil, istif ve metin bakımından diğer tuğralardan farklı değillerdir. Şehzade, şayet tahta çıkarsa tuğrası değişmez, şehzadenin saltanatı süresince Şehzadeliğinde kullandığı tuğrayı kullanırdı.
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Oriental -- 9 Mayıs 2008; 15:26:15 >




  • BOĞAZ RAHATLATAN TATLI LOKUM RAHAT UL-HULKÜM


     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••




    Lokumun ilk üreticilerinden sayılan Hacı Bekir Efendi 1777 senesinde Kastamonu'dan İstanbul'a gelerek Bahçekapı'da açtığı ufak bir dükkânda lokum vb. gıda maddelerini üretmeye başladı. İki asırdan bu yana lokum üretimini başarıyla gerçekleştiren Hacı Bekir devrin padişahı tarafından da Nişan-ı Ali Osmanî ile taltif edilmiş ve sarayın şekercibaşısı olarak hizmet etti. Daha önceleri bal ya da pekmez ve un bileşimi ile yapılan lokumun 17. yüzyılda 'kelle şekeri' olarak bilinen rafine şeker ile özellikle nişastanın bulunup ülkeye getirilmesiyle yapımı ve lezzeti de değişti Günümüzde Hacı Bekir, Hafız Mustafa, Cemilzade gibi yüzyılı aşkın bir süredir lokum ve şekerleme üzerine hizmet veren halen birkaç yer mevcut.

    Nasıl Yapılır ?

    Genel olarak işletmelerde, lokum yapımında şöyle bir yol izlenmektedir. Önce, şeker çözünebilecegi kadar su ile birlikte kaynatma kazanına konulup, karıştırılarak ısıtılır. Bu arada sitrik asitte bir başka kapta bir miktar suda çözündürülür. Kullanılacak suyun geri kalan kısmında ise nişasta süspansiye hale getirilir. Sonra nisaşta süspansiyonu ve asit de şeker çözeltisine katılarak karışım karıştırılarak kaynatılır.

    Kitle belirli bir kıvama erişince (kazandan alınıp soğutulan bir miktar örnek parmaklar arasında yuvarlanıp parmaklar açıldığında örnek iki parmağa birden yapışıp uzamadığı, şeklini koruyarak parmaklardan birinde kaldığı zaman) ateşten indirilip nişastalı tahta tablalara dökülür.12-24 saat tablalarda bekletilip dinlendirilir. Sonra üzerine hindistan cevizi yada pudra şekeri ve nişasta karışımı dökülerek, mermer tezgahlar üzerinde, istenen büyüklük ve şekilde kesilip pudra şekeri ya da hindistan cevizine bulanarak ambalajlanır..

    Yaşamda Lokum

    Lokum... Söylendiğinde insanın suratında tatlı bir tebessüm çıkmasına neden olan, bazen sevdiğimiz/hoşlandığımız kişi, ve eşyalarla benzeştirdiğimiz, Eurovison'da şarkısı ile temsil edildiğimiz, bir damat adayının muhtemel gelin ailesinin evine, elinde bir kutu dolusuyla ilk gidişinde, bazense bir cerrahımızın dünya tıp literatürüne geçirdiği ünlü bir estetik cerrahi tekniği, iki dudak hareketi arasına saklanmış o sihirli sözcük: Lokum... Üstelik rüya yorumlarında bile geçiyor. Rüyasında lokum yediğini gören kısa sürede sevinçli bir haber alır, bir paket alanın istediği gibi bir hayatı olur, ikram eden kimse ise başkalarını sevindirir. Neden ona 'boğaz rahatlatan' dendiğine hiçte şaşırmamak gerek. Bir nevi ilaç gibi.

    Bildiğiniz gibi çok zengin olan Türk mutfağımızda, yiyecek ve içeceklerin sergilenmesi ve ikramı için de pek çok geleneğimiz vardır; fakat lokum söz konusu olunca doğru yönteme pek sık rastlamıyoruz. Günümüzde çok yaygın olmasada, bir kaç yöntem de yok değildir. Bunlardan ilki, sağdaki çekimde kullanılan 'lokumluk' dünya literatüründe geçen ilk orjinal lokumluktur. Söz konusu lokumluk Fransa kralı tarafından özel olarak yaptırtılıp dönemin Osmanlı Padişahına hediye edilmiştir. Diğer yöntem ise bestekarı belli olmayan eski bir İstanbul şarkısından da hatırlayacağınız gibi, mendilin içine lokum doldurmaktır. Şimdilerde 'sade', 'orta' ve 'şekerli' olarak içilen Türk Kahvesi, geçmis zamanlarda 'sade (şekersiz)' olarak içilir, yaninda kahve bitene kadar emilme suretiyle alınan Damla Sakızlı lokum ile kahve zevki katlanırdı.

    Sağlıklı besin kaynağı

    Lokum doğal ve sağlıklı bir besin kaynağı olup, pek çok yararının olduğu bilinmektedir. Örneğin, proteinli besinler, kullanıldıktan sonra vücutta yakılır ve bunun sonucu üre, ürik asit ve kreatinin gibi atık maddeleri açığa çıkar. Bu maddeler böbrek hastalarında idrarla vücuttan atılamaz ve kanda yükselir. Sade lokum karbonhidrat kaynağı olduğundan, böbrek hastalarınca devamlı tüketilmesi önerilmektedir. Ayrıca, yerelde lokumun hala yara ve çıbana tedavi amaçlı sarıldığı da bilinmektedir.

    Türkiye'de yüzyıllardır tüketilen ve Narnia Günlükleri filmi ile de dünyadaki popülaritesi artan lokuma Avrupa pek de yabancı değil.

    Osmanlı dönemlerinde önce Balkanlara oradan da Avrupa'nın diğer bölümlerine ulaşan lokum, Winston Churchill ve Napolyon gibi bazı dünya liderlerinin de en sevdiği yiyecekler arasındaydı.

    Picasso tadında LOKUM
    Son zamanlarda Avrupa'da gündemde olan Türk lokumunu Picasso'nun konsatrasyon olarak kullanmış. Türk lokumu Napolyon'un da vazgeçemediği tatlardan birisiydi.


    Avrupa'da lokumun yükselişi
    Aslında su, şeker ve nişastadan ibaret bir yiyecek olan lokum, son birkaç haftadır Avrupa'da özellikle İngiltere'de herkesin ilgi odağı oldu. Bunun başlıca nedeni de C.S. Lewis'in romanından uyarlanan bir film. Üstelik İngiliz gazetelerinde Türk lokumunun tarihçesi, tarifleri ve çeşitleri ile ilgili yazılar yayınlandı. Her ne kadar tarihçesinde hatalı bilgiler verilse de Türk lokumu İngiltere'nin dev süpermarketlerinde %200'lere varan satış rekorları kırıyor. Yunanistan'ın, lokumun kendi buluşları olduğuna dair iddialarına da yer veren gazeteler ünlü yazar Dickens'in kitabında da Türk lokumundan bahsedildiğini kaydetmiştir. Hatta daha öncesinde de Napolyon'un en sevdiği yiyeceklerden bir tanesinin Türk lokumu olduğunu, Picasso'nun da lokumu konsantrasyon aracı olarak kullandığını belirtmiştir.


    Bizim yıllardır dünya arenasında tanıtımını yeterince yapamadığımız Türk lokumu Disney filmleri sayesinde bir anda dünya gündemine oturuverdi. Oysa lokum, yüzyıllardır bizim kültürümüzde yaşayan bir besin. Öyle ki lokumun; sade, fındıklı, Antep fıstıklı, cevizli, bademli, Hindistan cevizli, portakallı, gül yapraklı, çilekli, limonlu, naneli, vanilyalı, zencefilli ve daha pek çok çeşidi bulunmaktadır. Hayatımızda kimi zaman "...Üsküdar'a gider iken bir mendil buldum,/ Mendilimin içine de lokum doldurdum./ Kâtibimi arar iken yanımda buldum..." nağmeleriyle yer bulan lokum, kimi zaman da damat adayının kız beğenmeye giderken şık bir kutu içinde buluverir kendini.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Toyota SUPRA -- 9 Mayıs 2008; 15:30:50 >




  • quote:

    Orjinalden alıntı eggy13

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    ...
    Ve gönül Tanrısına der ki
    Pervam yok verdiğin elemden
    Her mihnet kabulüm
    Yeter ki gün eksilmesin penceremden

    CAHİT SITKI TARANCI



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Oriental -- 9 Mayıs 2008; 15:37:36 >




  • İLK OSMANLI ELÇİSİ İFTARINI FRANSIZ KADINLARI YÜZÜNDEN ZOR BELA AÇIYORDU

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    Osmanlı Devleti ilk elçi ünvanıyla Yirmisekiz Mehmet Çelebi'yi 1720 yılında Fransa'ya göndermişti...
    İlk elçimizin Fransaya gelmesi Fransada oldukça ses getirmiş,Elçilik heyetinin üzerinde ki kıyafetler bile o zamanın Avrupa Modasını özellikle de Fransız Modasını etkilemişti...
    Zengin kısmı simgeleyen Aristokrat mensubu insanlar,asiller Osmanlı Heyetinin giydiği elbiselerin aynısını kendilerine diktirmişlerdi...
    Yirmisekiz Mehmet Çelebi Fransa'da kaldığı süre içerisinde orada yaşadıklarını birebir yazarak tarihe önemli bir kaynak hediye etmişti...
    Bu kaynak daha sonra Padişaha sunulmuş,en sonda da yayınlanmıştı...
    Bu sefaretnamenin içinde oldukça ilginç bilgiler yeralmaktaydı ki,bunların belkide en enteresanı Elçilik heyetinin iftar ve teravih namazı saatlerinde onları meraklı gözlerle her gün izleyen Fransız kadınlarının hali olmuştu...
    Şimdide bu olayı gelinde Yirmisekiz Mehmet Çelebi'nin aynen yazdıklarından aktararak dinleyelim....
    “Bu esnada Ramazan-ı Şerif geldi, oruç tuttuk ve giceleri cemaate Teravih namazı kıldırdık. Bu esnada Merşal gelüp ayan ve ekabirden selam getürüp ‘Rica ve niyaz ideriz ki, hanımlarımız gelüp iftar eyledüğünüzü ve yemek yedüğünüzü seyretmek isterler. Eğer ki izniniz olursa cümlemizi sevindirirsiniz ve belki Kralımız dahi hazzeder’ dediler. Çaresiz kalup: ‘Elimizden ne gelür, hoş geldiler, safa geldiler’ dedik, gitti. Anı gördüm ki akşama yarım saat kaldıkda bir iki yüz avret, altın ve ziynet içinde ve elmaslara batmış halde gelüp, karşu be karşu sandalyelere oturdular. Güya konağımız kadınlar evine dönüp doldu, taştı. Sonra etrafımızda olanlardan dahi iznimizi haber alanlar bir taraftan gelmede. Birkaç bin kadın içinde kaldık. Sanki düğün evine döndü. Hele her ne hal ise bu azabı çeküp iftar ettük ve yemek yedük. Bunlar, teravih kıldığımızı ertesi günü haber almışlar. Yine iftara yarım saat kalınca bir iki bin avret kızlar çıkageldiler. Her biri şekerleme ve çörekler getirdiler. İftar ve taam eyledik. Bunlar gitmezler, saat üçe varınca otururlar. Meğer bunlar namazı beklerler imiş. Çare yok, abdest alup namazı kıldık. Tekrar izin istediler. Her gece gelüp iftar ve taam ile namazımızı temaşa etmek için yalvarır oldular, izin verdük. Cemaatle oturup gece Teravihi tamam eda idüp ilahiler ve tesbihlerle bütün kadınlar bizi seyretti ve hayran oldular.”


     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Oriental -- 9 Mayıs 2008; 16:04:59 >




  • adam çok yakışıklıymış demek ki


    sağol teşekkürler paylaşım için magnum
  • quote:

    Orjinalden alıntı: eggy13

    adam çok yakışıklıymış demek ki


    sağol teşekkürler paylaşım için magnum

    Rica ederim eggy kardeşim...
  • quote:

    Orjinalden alıntı: eggy13

    BOĞAZ RAHATLATAN TATLI LOKUM RAHAT UL-HULKÜM


     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••




    Naptın sen lokum kırizim geldi bunları görünce



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Çöl Gezer -- 9 Mayıs 2008; 16:35:53 >




  • Çok güzel paylaşımlar ellerine koluna sağlık...
  • EKSİK OLAN İKİ CİLDİ BULMAK İÇİN TAYİNİNİ YEMENE ÇIKARTMAYA KALKIŞMIŞTI

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    18. yüzyıl sonlarında yaşamış ve bugünkü İstanbul Millet Kütüphanesi’nin kurucusu olan Ali Emiri Efendi’nin bir bibliyoman(kitap hastası) idi.
    Elinde bulunan güzel bir Arapça kitabın kendisindeki noksan olan ikinci cildini temin etmek için,mevcut olduğunu öğrendiği Yemene tayinini çıkartmak istemişti.


    Bazı insanlar vardır doğdukları yerlerin yüz akıdırlar. Bu insanlar sadece yaşadıkları zaman değil, öldükten sonra da eserleriyle, yaptıkları güzel işlerle hayırla yad edilirler.

    1857 yılında Diyarbakır’da doğan Ali Emiri Efendi de işte bu insanlardan biridir. Ailesi Diyarbakır’ın köklü ve aydın bir ailesi olup, seyyid ve şerif soyundan gelmektedir.Diyarbakır’ın ünlü şairlerinden Saim Mehmet Emiri Çelebi’nin torunlarından Seyyid Mehmet Şerif Efendi’nin oğludur. İyi bir öğrenim görmesinde ve yetişmesinde ailesinin büyük rolü olmuştur. İlk öğrenimini Sülûkiyye Medresesi’nde tamamlamıştır.

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    Amcası Fethullah Feyzi Efendi’den ve büyük amcası Şaban Kâmil Efendi’den alet ilimleri ve hat dersleri , Şirvan Kaymakamı olan dayısından Farsça dersleri aldı. Kısa zamanda Arapça ve Farsça’sını ilerletti. Bu arada eski tarzda şiirler kaleme almaya başladı. Küçük yaştan itibaren okumaya ve öğrenmeye olan merakı yaşamı boyunca da devam etmiş ve hayatının gayesi haline gelmiştir.
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    1916 yılında büyük bir özveriye bir araya topladığı eserlerle kendisine tahsis edilen Feyzullah Efendi Medresesinde bir kütüphane kurmuş ve bütün ısrarlara rağmen kütüphaneye kendi ismini değil de “Ben bu kitapları Milletim için topladım ve Milletime vakfediyorum “ diyerek kütüphanenin adını “Millet Kütüphanesi “ koymuştur.
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••
    Millet Kütüphanesi
    17 Nisan 1916 tarihinde kurup 23 Ocak 1924 yılına kadar, yani ölümüne kadar yaşadığı sürede kurduğu kütüphanesinin müdürlüğünü de yapan Ali Emîrî Efendi’nin ölümü üzerine birçok meşhur edebiyatçı ve şair yazı yazmıştır. Ancak O’nu en iyi anlatan, ebedileştiren şiir, şüphesiz Yahya Kemal’in yazdığı şu gazeldir.

    Muhtâc isen füyûzuna eslâf pendinin

    Diz çök önünde şimdi Emîrî Efendi’nin

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••




  • hocam beni 68. siraya yazarmisin
  • OSMANLI PADİŞAHLARI'NIN MENSUP OLDUKLARI TARİKATLAR

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    Osmanlı Padişahları yüzyıllar boyunca hep bir perspektifle değerlendirildiler...
    Ya zalim oldular,ya kelle alan...
    Hep öyle düşünüldüler,yazıldılar...
    Ama onların iç hayatlarına baktığımızda onların asla öyle olmadıkları,herşeyden ötesi insani zaafiyetlerinin olduğunu bile kimse aklına getirmedi...
    Hepsi birer Evliya Statüsünde idi...
    Hep bir mesafe çizildi normal insan ile aralarına...
    Halbuki bugün bugün bir çok tarihçi bilir ki;Osmanlı Padişahlarının çoğu Padişahlığı,sultanlığı hiç yapmak istememişlerdir...
    Mesela Fatih Sultan Mehmet,padişahlığının yerine manevi hocası Akşemseddin'nin bir talebesi olarak kalmağı yeğlediği gibi,Sultan 3.Selimde hep bir Mevlevi Dervişi olarak kalmak istemiş,Mevlevihaneye ait defteride genelde Sultan Selim olarak değil,Derviş diye imzalamıştır....
    Şimdi gelinde padişahları bu sefer hayatları boyunca sıkı sıkıya bağlı kaldıkları tarikatlerinin sıralı bir listesini görerek inceleyelim...
    Osmanlı Padişahlarının mensup olduğu tarikatlar...

    1 — Sultan Osman Gazi — Ahi tarikatı
    2 — Sultan Orhan Gazi — Ahi tarikatı
    3 — Sultan Murad-ı Hüdavendigâr — Ahi tarikatı
    4 — Sultan Yıldırım Bayezid — Zeyniyye tarikatı
    5 — Çelebi Sultan Mehmet — Zeyniyye tarikatı
    6 — Sultan ikinci Murat — Bayramiyye tarikatı
    7 — Sultan Fatih Mehmet — Bayramiyye tarikatı
    8 — Sultan Bayezid Veli — Cemaliyye tarikatı
    9 — Sultan Yavuz Selim — Sünbüliyye tarikatı
    10 — Sultan Kanunî Süleyman — Gülşeniyye tarikatı
    11 — Sultan Sarı Selim — Halvetiyye tarikatı
    12 — Sultan Üçüncü Murat — Uşakiyye tarikatı
    13 — Sultan Üçüncü Mehmet — Halvetiyye tarikatı
    14 — Sultan Birinci Ahmet — Celvetiyye tarikatı
    15 — Sultan Birinci Mustafa — Celvetiyye tarikatı
    16 — Sultan Genç Osman — Celvetiyye tarikatı
    17 -- Sultan Dördüncü Murad — Celvetiyye tarikatı
    18 — Sultan Birinci ibrahim — Halvetiyye tarikatı
    19 — Sultan Avcı Mehmet — Halvetiyye tarikatı
    20 — Sultan ikinci Süleyman — Halvetiyye tarikatı
    21 — Sultan ikinci Ahmet — Halvetiyye tarikatı
    22 — Sultan ikinci Mustafa — Halvetiyye tarikatı
    23 — Sultan Üçüncü Ahmet — Cerahiyye tarikatı
    24 — Sultan Birinci Mahmut — Halvetiyye tarikatı
    25 — Sultan Üçüncü Osman — Raufiyye tarikatı
    26 — Sultan Üçüncü Mustafa — Cerahiyye tarikatı
    27 — Sultan Birinci Abdülhamit — Nakşibendiyye tarikatı
    28 — Sultan Üçüncü Selim — Mevlevi tarikatı
    29 — Sultan.Dördüncü Mustafa — Nakşibendiyye tarikatı
    30 — Sultan İkinci Mahmut — Cerahiyye tarikatı
    31 — Sultan Abdülmecit — Cerahiyye tarikatı
    32 — Sultan Abdülaziz — Bektaşi tarikatı
    33 — Sultan Beşinci Murat — Bahaiyye tariki (Mason)
    34 — Sultan İkinci Abdülhamit — Şazeliyye tarikatı
    35 — Sultan Mehmet Reşat — Mevlevi tarikatı..
    36 — Sultan Mehmet Vahdettin — ? -

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Oriental -- 9 Mayıs 2008; 18:30:26 >




  • BİR HÜKÜMDAR'IN SEVİNÇ GÖZYAŞLARI

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    Tarih:18 Mart 1915...
    Yer:Çanakkale...
    Her Türk'ün dahası her müslümanın kalbinde farklı bir meşale olarak yanan ve hiç sönmeyecek bir nurun ve onurun ebedi hatırasıdır Çanakkale Savaşları...
    Orda verilen mücadele beşeriyet tarihinin en ihtişamlı,en anlamlısı ama en kanlısı olarak tarihlere geçsede Yüce Peygamberimizin(s.a.s.)bile bizzat yol göstererek destek vererek kazanılmış,Mehmet Akif Ersoy'un veciz ifadesiyle,Bedir Savaşı'nda ki şehitler kadar aziz bir destansı savaşın adıdır Çanakkale...
    Bu savaş sadece cephede kazanılmış bir zaferle kalmayıp,millete de hem bir moral kaynağı olmuş,hemde gönüllerdeki imanı coşkusunu artırmış galeyena ve heyecana getirmiştir...
    Bu heyecanlananlar içinde o zamanın padişahı Sultan 5.Mehmet Reşat da vardır ki;Bu savaşın anısına kendi el yazısıyla bir şiir yazmıştır...
    Bu şiiri'nde Sultan Reşadı adeta sevinç gözyaşları akıtırken hisseder insan...
    O denli içli,o denli samimi ve gerçekçi bir hüznün son anda aşkı bulmasıyla parıldayan mutluluğunu görürsünüz...
    İşte en ufak rütbeli neferinden padişahına varıncaya dek öyle bir destansı hükümdür Çanakkale Savaşı tarihlerde ve sinelerde...
    Şimdi gelinde sözü fazla uzatmayalım ve bir padişahın sevinç gözyaşlarına kendi ellerimizle dokunalım...

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    Şiirin bugünkü hali:

    GAZEL-İ HUMAYUN

    Savlet etmişti Çanakkale’ye bahr ü berden
    Ehl-i İslâmın iki hasm-ı kavisi birden
    Lâkin imdad-ı İlâhî yetişip ordumuza
    Oldu her bir neferi kal’a-i pulad beden
    Asker evlâtlarımın pişgeh-i azminde
    Aczini eyledi idrak nihayet düşmen
    Kadr-ı haysiyyeti pamal olarak etti firar
    Kalb-i İslâm’a nüfuz eylemeye gelmişken
    Kapanıp secde-i şükrana Reşad eyleye duâ
    Mülk-i İslâmın Huda eyleye daim me’men



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Oriental -- 9 Mayıs 2008; 22:24:38 >




  • Yavuz Sultan Selim Han'ın bir şiirinde dikkat çekmeyen bir şey vardı ama belirteyim dedim:

    Sanma sakın, herkesi sen sadıkane yar olur
    Herkesi sen, dost mu sandın, belki ol ağyar olur.
    Sadıkane, belki ol âlemde bir serdar olur.
    Yar olur, ağyar olur, serdar olur didar olur.


    Şiirde ayırdığım kısımları yukardan aşağı okuyun, normal şiirin aynısı çıkıyor.
  • Çok güzel bilgiler var gerçekten.
  • beyler geri geldim bende inşaallah
    magnum abimiz geri gelmiş
    bende bir site açmayı düşünüyorum osmanlı tarihi konusu inşallah yapabiliriz o zaman hepiniizi bekliyorum siteme



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Jan!ssaRy -- 10 Mayıs 2008; 11:43:18 >
  • 
Sayfa: önceki 1516171819
Sayfaya Git
Git
sonraki
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.