Şimdi Ara

Uluslararası Hukuk I - Kısa Özet HUK209U - 1. Ünite

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
1
Cevap
0
Favori
3.561
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: 1
Giriş
Mesaj
  • 1. Ünite – Tarihsel Gelişim ve Kuram
    ULUSLARARASI HUKUKUN TANIM VE KAPSAMI
    Tanım ve Temel Kavramlar
    Uluslararası hukuku ihtiyatlı bir tanımla, ‘uluslararası hukuk kişileri arasındaki ilişkileri düzenleyen ilke ve kurallar’ olarak belirleyebiliriz. Bu tanımı ‘ihtiyatlı’ olarak nitelemenin nedeni, uluslararası hukuk hakkındaki farklı yaklaşımlardan herhangi birisinin tarafını tutmaması ve genelliği itibariyle kapsayıcı olmasıdır. Üstelik verdiğimiz tanımda ‘uluslararası hukuk kişiliği’ anahtar kavram olarak ortaya çıkar ve bizzat bu kavram da tanımlanmaya muhtaçtır.
    Uluslararası hukuk kişiliği: Uluslararası hukukta hak ve yükümlülük sahibi olabilmek, uluslar arası hukuk mekanizmalarını harekete geçirebilmek için sahip olunması gereken nitelik. Genel kabul, devletlerin, uluslar arası örgütlerin ve kısmende özel kişilerin uluslararası hukuk kişiliğine sahip olduğudur.

    Uluslararası Hukuk, Hukuk mudur?
    Uluslararası hukukun sahip olduğu bazı özellikler yanında, devletlerarasındaki ilişkilerin özellikle uluslararası toplulukta öne çıkan ve kamuoylarında tartışma yaratan bazı örnekleri, uluslararası hukukun ‘hukuk’ adını almayı hak etmediği, bu düzlemde ‘hukuk’un değil ‘güç’ün söz konusu olduğu iddialarının sıkça dile getirilmesine neden olmaktadır. Bazı devletlerin uluslararası siyasette hâkim durumda olmaları ve bazı eylemlerinin uluslararası toplumun bir kısmı açısından ‘gayrı adil’, ‘gayrı meşru’ ve ‘hukuka aykırı’ görülmesine ek olarak bir hukuk düzeninden belki de en çok beklenen hukuka aykırılık mekanizmalarının, başka bir ifadeyle yaptırım mekanizmalarının etkin bir şekilde işletilemediği görüldüğünde, bu tip iddiaların cazibesine kapılmamak güçtür. Böyle bir yaklaşımın sadece siyasetçilere ve medyadaki tartışmalardan etkilenen bireylere ait olmadığını da söylememiz gerekiyor. Özellikle hukuk ve hukuki sorunlar üzerine yoğunlaşmış hukuk filozoşarının bir kısmının da uluslararası hukuku ‘hukuk’ olarak görmediğini söylemeliyiz. Bu filozoşar, özellikle iç hukuku bir ölçüt olarak kullanır ve hukuku; iktidar, iktidarın çıkardığı kurallar, kurallara eklenmiş yaptırımlar, etkin bir yargılama mekanizması ve yargı kararlarının yerine getirilmesi, yani yaptırımların uygulanması olarak görürler.

    Uluslararası Hukukun Kapsamı
    Uluslararası hukuk, önceleri, Avrupalı devletlerarasındaki diplomatik ilişkiler, savaş ve bazı egemenlik sorunları hakkındaki kuralların incelenmesiyle sınırlıydı. Ancak uluslararası ilişkilerdeki gelişim süreciyle birlikte, çok daha geniş ve karmaşık sorunlar uluslararası hukukun ilgi alanına girmiş bulunmaktadır. Devletler doğa bilimlerindeki ve teknolojideki gelişmeye paralel olarak pek çok konuda eskisine oranla daha fazla iş birliği yapma ihtiyacı hissetmekte, bu amaçla uluslararası örgütler kurmaktadır. Yine pek çok sorun, ulusal düzeyde çözülmemekte, devlet faaliyetleri ülke topraklarını aşabilmektedir. İletişim, ticaret, ekonomi, finans, çevre, kalkınma gibi konular salt ulusal olmaktan çıkmıştır. Uluslararası göç, mültecileri ve sığınmacıları uluslararası bir sorun haline getirmiştir. Uluslararası güç dengelerinin sürekli değişiyor olması, devletlerin karşılıklı bağımlılığını göstermektedir.

    TARİHSEL GELİŞİM VE KURAMSAL YAKLAŞIMLAR
    Uluslararası hukuku farklı toplumların birbirleriyle olan ilişkileriyle ilgili kurallar şeklinde ele alacak olursak, tarihsel incelemeyi çok eski dönemlerden başlatmak olanaklı olur. Yapılan arkeolojik ve tarihsel çalışmalar, bu türden kuralların tarihin her döneminde varolduğunu, en azından birbirleriyle ilişkiye giren toplumların bazı kuralların varlığını iddia ettiğini açıkça göstermektedir. Avrupa tarihinde uluslar arası hukukun, Roma İmparatorluğu’nda vatandaş olmayanlarla ilgili hukuka karşılık olarak kullanılan ius gentium -kavimler hukuku- kavramına dayandırılmasına sıkça rastlanır. Bu yaklaşımda haklılık payı yok da değildir. ‘Uluslararası hukuk’ olarak kullandığımız ifadenin İngilizce’de (international law) J. Bentham tarafından 18. yüzyılda ilk defa kullanılmasına kadar ius gentium -kavimler hukuku- ifadesinden türetilen ve Türkçede ‘milletler hukuku’ olarak dile getirilebilecek kavramlar (İng. law of nations) kullanılıyordu. Hâlen bazı Avrupa dillerinde aynı deyim kullanılmaya devam etmektedir (ör. Alm. Völkerrecht). Ne var ki günümüzdeki uluslararası hukuk, ilk örneklerini Avrupa’da gözlemlediğimiz, etnik açıdan nispeten homojen veya homojenleştirilmiş bir nüfusa sahip, seküler -yani Kiliseden bağımsızlaşmış-, merkezi iktidarın ülke topraklarında tartışmasız otorite sahibi olduğu, tek bir hukukun geçerli olduğu, tek bir ordunun ve merkeze bağlı kolluk kuvvetlerinin görev yaptığı modern devletlerin veya ulus devletlerin ortaya çıkmasından sonraki döneme dayanır. Bu devletler en güçlü hâlleriyle 18. ve 19. Yüzyıllarda ortaya çıkmışsa da gerek modern devletlerin ortaya çıkışı gerekse modern uluslararası siyasal ilişkilerin belirleyicisi olması açısından, 1648 tarihli Westphalia Barış Andlaşması bir kırılma noktası oluşturur. Bu belirleme modern uluslar arası hukuku yaklaşık 350 yıllık bir gelişmenin ürünü kılarsa da aşağıda da göreceğimiz gibi, son elli yıldaki gelişmeler uluslararası hukukta büyük değişime neden olmuştur. Tarihsel gelişimin kaydettiği değişimleri daha iyi izleyebilmek amacıyla, uluslar arası hukuku iki dönemde incelemek yerinde olacaktır. Birinci dönem, 1648’ten I. Dünya Savaşı’na kadar olan dönemi, ikinci dönem ise I. Dünya Savaşı sonrasını kapsar. İlk dönem kuramsal açıdan uluslararası hukukun ‘klasik dönem’i, ikinci dönem de ‘modern dönem’i olarak isimlendirilebilir.

    Klasik Dönemde Uluslararası Hukuk
    1648 Sonrası Avrupa’da Devletler Arası İlişkiler ve Hukuk
    1618-1648 arasında Avrupa’da yaşanan savaş ve karmaşa hâli ‘Otuz Yıl Savaşları’ olarak anılır. Savaş, ilk bakışta Katolik Alman devletleri ile Protestan Alman devletleri arasındaki mezhebe dayalı bir mücadeledir. Ne var ki mezhep çatışmasının yanında, Protestanlar kadar Katolik prensler de Kilisenin otoritesinden kurtulmayı amaçlıyorlardı. Dolayısıyla taraflar bir yandan birbirleriyle diğer yandan da Kilise ile mücadele ediyorlardı. Savaşlarda Fransa, İspanya, Danimarka, Hollanda ve İsveç gibi yeni ve eski güçlerin de çıkarları çatışıyordu. 30 Yıl Savaşları, 1648 tarihli Westphalia Barış Andlaşmasıyla sonlandı. Andlaşma, Avrupa’da Fransız devrim savaşlarından önceki en büyük savaşı sonlandırmaktan çok daha büyük önem taşır. Andlaşmayla sonuçlanan konferans öncekilerden farklı olarak dinî nitelikte değildir. Kilisenin gücü hem temsil açısından zayışamış hem de Katolikliğin yanında Protestanlık ve Kalvinizm de meşruiyet kazanmıştır. Almanya’nın prenslikleri 300 kadar devlet olarak uluslararası siyaset sahnesine çıkmıştır. Sander’in deyimiyle, Westphalia Barışından sonra “çeşitli ve çok sayıda devletin uluslararası sisteme katılması ve değişik din ve mezheplerin yan yana yaşaması, [artık] Avrupa’da normal karşılanacaktır” (Sander 2005, s. 101). Andlaşma, bütün tarafların Andlaşmanın hükümlerini diğerlerine karşı korumayı gerektiren kolektif bir güvenlik sistemi kurmuştur. Bu güvenlik sistemiyle ilgili hükümler hiçbir zaman hayata geçmemişse de Avrupa’yı bir süreliğine nispeten rahat ettirecek bir güç dengesinin yaratıldığını söylemek mümkündür. Nitekim bu dönemde Avrupa’daki devletlerarasındaki dengeye dayanan ilişkiler, Avrupa Kamu Hukuku adı verilen bir tür uluslar arası hukuk düşüncesinin ve uygulamasının ortaya çıkmasına neden olur. Her ne kadar Kilise Avrupa siyasetinde artık ağırlığını kaybetmişse de Katolik akılcı doğal hukuk düşüncesi, devletlerin haklarına ve birbirlerine karşı yükümlülüklerine dair daha önce varolmayan bir algı yaratmıştır.

    Avrupalı Olmayan Devletlerle İlişkiler
    15. yüzyılda Portekiz ve İspanya ile başlayan sömürgecilik, kısa sürede Hollanda, Fransa ve İngiltere’nin de katılımıyla Avrupalı devletlerin dünyanın geri kalan kısmını paylaşma mücadelesine dönüşmüştür. Sömürgecilik, uluslararası hukuk açısından önemli sonuçlar doğurmuştur. Öncelikle sömürgeleştirme sürecinde Avrupalı devletler her açıdan kendilerinden farklı topluluklarla karşılaşmıştır. Sömürgeciliğin ilk dönemlerinde bu karşılaşma, Amerikan yerlilerinin insan olup olmadıkları, dolayısıyla hukuki ve siyasi haklarının olup olmadığı tartışmalarına bile neden olabilen bir şaşkınlık yaratmıştır. Bu şaşkınlığın sonucunun yerliler açısından en hafif nitelendirmeyle ‘trajik’ olduğu da bir gerçektir. Avrupalılar ilk başlarda güç yetirebildikleri durumda karşılaştıkları bu ‘tuhaf’ toplulukları köleleştirmişler ve topraklarını istila etmişler, aksi durumda ise siyasal varlıklarını tanıyarak ticari ilişkiler kurmuşlardır. Sanayi Devriminin Avrupalı devletleri ekonomik ve askeri açıdan dünyanın hâkim güçleri yapmasıyla, ‘beyaz adam’ın üstünlüğü uluslar arası ilişkilere de damgasını vuracaktır. 19. yüzyıl sonlarına gelindiğinde, uluslar arası hukuk sistemi, Avrupalı beyaz adama ait bir sistemdir ve Avrupalı olmayan devletler bu sisteme dâhil olabilmek, yani Avrupalı devletlerle eşit muameleye tabi olma iddiasında bulunabilmek için, öncelikle ‘uygar’ olduklarını kabul ettirmek zorunda kalacaklardır.

    Klasik Dönemde Kuram
    Klasik dönemde uluslararası hukuka getirilen kuramsal yaklaşımlar çeşitli sınıflandırmalar altında sunulmaktadır. Bu sınıflandırmalardan biri, doğal hukukçu ve pozitivist görüşler arasında yapılan ayrımdır. Bu sınıflandırma sadece uluslararası hukuk açısından değil, genel olarak hukukla ilgili olarak yapılır. Aşağıda kısaca değineceğimiz akım ve kişiler ise, uluslararası hukuk hakkında özel olarak görüş belirtmiş olanlardır. Bu dönemde ortaya koyulan kuramsal yaklaşımların dikkat çeken bir özelliği, kuramcıların görüşlerini salt bilimsel veya felsefi çalışmalar çerçevesinde değil, uluslararası alanda çıkan sorunlar üzerine, özellikle de mensubu bulundukları devletlerin çıkarları açısından dile getirmiş olmalarıdır. Ne var ki bu düşünürlerin salt kendi devletlerinin çıkarlarını meşrulaştırma amacını taşıdıklarını söylemek de abartılı bir ifade olur.

    Klasik Dönemde Uluslararası Hukuktaki Gelişmeler
    Klasik Dönem açısından, devletlerarası ilişkilerin bir hukuka ve düzene bağlı olarak yürüdüğünü söylemek mümkün değildir. Ancak bu dönemde uluslararası hukukun bazı temel ilke ve kuralları da ortaya çıkmaya başlamıştır. Devletlerin ülke toprakları üzerinde egemenliğe ve yargılama yetkisine sahip bulunduğu ilk yerleşen ilkelerdir. Bunun yanında açık denizlerin tek tek devletlerin egemenliğinde olmadığı, devletlerin yabancı devletlerin yargılamasından bağışık olduğu, pacta sunt servanda -ahde vefa- çerçevesinde devletlerin diğer devletlerle yaptığı andlaşmalara bağlı kalmaları gerektiği, yabancıların kişisel ve mali açılardan tabi oldukları devletçe korunabileceği gibi ilkeler de devletlerarasındaki uygulamalarda ve uluslararası hukuk incelemelerinde genel kabul görmüştür. Diplomatik ve konsolosluk ilişkilerine ilişkin bazı kuralların da bu dönemde geliştiğini eklemek gerekiyor. Klasik Dönemde uluslararası hukukun temel özelliklerinden biri, yukarıda da değindiğimiz egemenlik kavramı çerçevesinde devletlerin diğer devletlere karşı güç kullanımı konusunda kuramsal veya uygulama açısından bir sınırın kabul edilmemiş olmasıdır. Her ne kadar doğal hukukçu düşünürlerin geliştirdiği haklı savaş kuramı devletlerin savaş ilan edebilmesi için meşru müdafaa, bir zarara maruz kalma vs. gibi bazı koşulların varlığını aramışlarsa da pozitivistlerin devlet iradesini öne çıkaran görüşlerinin kabul edilmesiyle Klasik Dönemin son dönemlerinde devleti sınırlayacak bir neden kalmamıştır.

    Modern Dönemde Uluslararası Hukuk
    Birinci Dünya Savaşı Sonrası Devletler Arası İlişkiler ve Hukuk
    Birinci Dünya Savaşı, Avrupa’daki dengeleri değiştirmekle kalmaz, aynı zamanda uluslararası hukuk sisteminde de esaslı bir değişikliğe yol açar. Versay Andlaşması’nın 231. maddesiyle savaşın sorumlusu ilan edilen Almanya, topraklarının bir kısmını kaybetmenin yanında savaş tazminatı ödemek durumunda bırakılacaktır. Savaş sonrasında Avrupalı devletlerin dünya siyasetinde sahip olduğu güç nispeten azalacak, Amerika Birleşik Devletleri yeni bir güç olarak ortaya çıkacaktır. Üstelik 1917’deki devrimle bir süreliğine kendi içine kapanan Sovyetler Birliği de bir süre sonra önemli bir güç olacaktır.

    Milletler Cemiyeti
    Versay Andlaşması’nın bir sonucu, uluslararası siyasette ve uluslararası hukuk düzeninde devrimsel bir adım olan Milletler Cemiyeti’nin kurulmasıdır. 1920’deki ilk genel kurulunu 41 devletin katılımıyla gerçekleştiren Cemiyet’in kuruluş amacı, uluslararası barış ve güvenliği sağlamak, savaşın engellenmesi için bazı yükümlülükler getirmek, uluslararası uyuşmazlıkların uzlaşmayla çözümünü sağlamak olarak belirtilmiştir. Modern uluslararası hukuk kurumlarının ilk örneklerini bünyesinde barındıran Cemiyet, İkinci Dünya Savaşı’nın çıkmasını engelleyememiş olmasıyla, 1946’da varlığını sona erdirmiştir.

    İkinci Dünya Savaşı Sonrasındaki Gelişmeler
    Milletler Cemiyeti sistemi, İkinci Dünyası Savaşı’nın çıkmasını engelleyememiştir. Nazi Almanyası ancak çok büyük bir vahşetin işlenmesinin arkasından durdurulabilmiştir. Savaşta Alman ve Japon kentleri yoğun şekilde bombalanmış, siviller büyük zarar görmüştür. Savaşı bitiren hamle, 20. yüzyılın en büyük acılarından birinin yaşanmasına neden olmuştur: Amerika Birleşik Devletleri’nin Hiroşima ve Nagazaki’ye attığı atom bombaları neden olduğu ölümlerin ve sakatlanmaların yanında, nükleer silah kullanımının yegâne örneğini oluşturmuştur. Nüremberg ve Tokyo’da kurulan uluslararası mahkemeler, savaş suçlularını yargılamıştır. Savaş suçlularının yargılanması her ne kadar önemli bir gelişme olarak görünse de mahkemeler sadece mağluplar safındaki suçlular için kurulmuştur.

    Birleşmiş Milletler
    Günümüz uluslararası hukuk sistemi, Birleşmiş Milletler (BM) çatısı altında somutlaşmıştır. Savaşın atom bombalarıyla bitirilmesinden yaklaşık bir buçuk ay önce imzalanan BM Şartı, 1945 Ekiminde yürürlüğe girmiştir. BM’nin temel hedefi, uluslar arası ilişkilere hukuk ve düzen getirilmesi ve etkin bir kolektif güvenlik sistemi kurulmasıdır. Devletlerin güç kullanımı meşru müdafaa haricinde yasaklanmış, Milletler Cemiyeti sisteminde bulunmayan bir mekanizmayla, Güvenlik Konseyi’ne uluslararası barış ve güvenliğin bozulduğuna ve ekonomik ve askeri önlemler almaya karar verme yetkisi tanımıştır. Ne yazık ki BM’nin getirdiği mekanizma, Güvenlik Konseyi’nin yapısı nedeniyle özellikle Soğuk Savaş döneminde başarılı olamamıştır. Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Çin, Rusya ve Fransa’nın daimi Güvenlik Konseyi üyelikleri ve sahip oldukları veto yetkisi, sözgelimi Vietnam Savaşı sırasında Güvenlik Konseyi’nin herhangi bir karar alamamasına neden olmuştur. Doğrusu, Güvenlik Konseyinin veto yetkisine sahip üyelerinden birinin hakkında karar alınacak bir devletle ilgili bir çıkarı söz konusu olduğunda, Konsey’den karar çıkarmak hâlen mümkün olmamaktadır.

    Modern Dönemde Kuram
    Klasik Dönemin kuramsal yaklaşımları doğal hukuk ve pozitivizm, modern dönemde de taraftarlarınca savunulmaya devam etmektedir. Bunun yanında uluslar arası hukukun olgunlaşması ve uluslararası siyasette daha önemli bir yere sahip olması, ayrıntıları bir ders kitabında aktarılamayacak sayıda düşüncenin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bunların en yakın zamanlı olanları, Amerika kaynaklı Eleştirel Hukuk Çalışmaları hareketi ile feminist görüşlerdir. Bu çerçevede ortaya koyulan düşüncelerin, genel olarak hukuk kavramının dayandığı temel düşünceleri sorguladığını, iktidar ve cinsiyet sorunları çerçevesinde uluslararası hukuk düşüncesini yeniden ele aldığı söylenebilir. Modern Dönemde uluslararası hukuk, uluslararası siyaset ilişkilerinin de etkisiyle, Uzakdoğu ülkelerinin, Çin’in ve Müslüman ülkelerin Avrupa kaynaklı uluslararası hukuk anlayışına getirdiği eleştirilerle de karşılaşmaktadır. Modern Dönemde uluslararası hukukun daha belirli hâle gelmesi, uluslar arası hukuk sistemine gittikçe artan oranda daha fazla devletin dâhil olması, özellikle insan hakları ve uluslararası ticaret alanlarında uluslararası hukukun ulusal hukuklarla bütünleşmeye başladığı bir dönemdir. Bu ünitenin sonunda, bu bütünleşme düşüncesini daha önceden, Modern Dönemin başları sayılabilecek tarihlerinde yansıtan, önemli bir hukuk filozofu Hans Kelsen’in (1881-1973) görüşlerine yer veriyoruz.

    Tüm özetler için tıklayınız.







  • 
Sayfa: 1
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.